Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Kasım 2017 Pazartesi

Enflasyon Nedir ve Nasıl Mücadele Edilir ?

Giriş

 Günümüz ekonomilerinde makro düzeyde yaşanan pek çok istikrarsızlık vardır. Makro iktisat politikaların istikrarı hedeflediği beş temel durum vardır.
Bunlar:
  • Tam İstihdam
  • Fiyat İstikrarı
  • İstikrarlı Ekonomik Büyüme
  • Gelir Dağımında Adalet
  •  Ödemeler Dengesidir.

 Politika yöneticileri ekonomik istikrarın sağlanması ve refah düzeyinin artması için en temelde maliye ve para politikaları ile ekonomilere müdahale ederek yukarıda bahsettiğimiz makro hedefleri gerçekleştirmeye çalışırlar. Örneğin politika belirleyicileri istikrarlı ekonomik büyüme sağlayabilmek için genişletici politikalar uygulayarak hedefi gerçekleştirirken öte yandan büyüme sonrası yeni iş alanları ortaya çıkaracaktır. Böylelikle tam istihdam hedefi de sağlanmış olacaktır. Fakat bu iki hedef arasında doğrusal bir ilişki olsada  makro hedefler bir birleriyle bazı durumlarda çatışa bilmektedir.
  Örneğin fiyat istikrarı ve ekonomik büyüme arasında çatışma vardır. Ekonomik büyüme için belli bir oranda ( %2-3) enflasyon teşvik edici olabilir. Ya da belirli bir refah düzeyine ulaşmak için yapılacak tüketimler ile ekonomik kalkınma arasında çatışma mevcuttur. Bireylerin tüketimi artırması tasarrufların düşmesine ve sermaye birikiminin azalmasına yol açacaktır. Sermayenin azalması ise ekonomik büyüme ve kalkınmayı olumsuz etkileyecektir.

 Görüldüğü üzere ekonomiler yukarıda bahsettiğimiz temel hedeflerin aynı anda sağlanması çoğu kez mümkün değildir. Bu noktada politika belirleyicileri bazı hedeflerine ön plana çıkarmakta ve bunlara yoğunlaşmaktadır.  Bugün dünya üzerinde liberal politikaların çoğunlukla uygulandığı ekonomilerde gelir dağılımı adaleti ve tam istihdam hedefleri diğer makro hedeflerin arkasından gelmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler  ekonomik kalkınma, büyüme, dış açık ve fiyat istikrarı gibi makro hedeflere yoğunlaşmaktadır.  Gelişmiş ülkelerde ise 2008 krizi sonrası tekrardan kriz öncesi büyüme ve enflasyon rakamlarına dönme çabalarının olduğunu söyleyebiliriz.

 Makro ekonomik olarak pek çok hedef veya istikrarsızlık olmasının yanı sıra yeni yazımızda "Fiyat İstikrarı" amacına yoğunlaşıp özellikle enflasyonun ne olduğunu ve nasıl mücadele edileceği konusunu detaylı göreceğiz.

Fiyat İstikrarı Nedir ?

Fiyat istikrarı bir ekonomide enflasyon veya deflasyonun görülmediği durum olarak tanımlanabilir.

 Deflasyon ise bir ekonomide fiyatlar genel düzeyinin sürekli düşüşü ifade etmektedir. Deflasyonun yaşandı ekonomilerde paranın reel değeri ve satın alma gücü artmaktadır. Mal ve hizmetlere yapılan harcamalar azalmaktadır. Deflasyonist dönemlerde bireyler daha az parayla daha fazla mal ve hizmet alırlar ve ellerindeki parayı tasarruf ederler. Bundan dolayı harcama açığı ortaya çıkmaktadır. Öte yandan mal ve fiyatların sürekli düşmesi üreticilerin belli bir noktadan sonra üretimi bırakmalarına ve ekonominin durgunlaşmasına yol açacaktır. Deflasyon tüketiciyi tüketimden, üreticiyi üretimden uzaklaştırdığından enflasyona göre daha büyük bir istikrarsızlık kaynağıdır.  Deflasyonla mücadelede büyük çoğunlukla genişletici para ve maliye politikaları uygulanmaktadır. 2008 krizi sonra durgunluk yaşayan pek çok gelişmiş ekonomi özellikle genişletici para politikaları ile istikrarsızlığı ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bugün hala Japonya gibi gelişmiş bir ekonomi deflasyonla mücadele halindedir.

Enflasyon Nedir ?



 Enflasyon bir ekonomide fiyatlar genel seviyesindeki sürekli artışlar olarak ifade edilmektedir. Fakat fiyatlarda bir kere ortaya çıkacak artışlar enflasyon değildir. Eğer bir mal veya hizmetin fiyatı yıldan yıla artış gösteriyorsa orada enflasyon vardır. Enflasyon, malların ve hizmetlerin zamanla yükselen fiyatıdır bir ekonomide benzin deposunu doldurmak, bir kilo süt almak veya ilaç almak için bir önceki döneme göre daha fazla harcama yapmanız anlamına gelir. Enflasyonist bir ortamda aşağıdaki olumsuzluklar yaşanacaktır:

  • Paranın Satın Alma Gücü Düşer: Satın alma gücü , paranın bir anda satın alabileceği gerçek veya somut  mal ve hizmet miktarıdır. Enflasyon yükseldiğinde, paranın alım gücünde bir düşüş meydana gelecektir. Yüksek enflasyon altına tüketiciler herhangi bir mal için daha fazla harcama yapmak zorunda kalacak ve satın alma güçleri düşecektir. Örneğin 2016 yılında fiyatlar genel düzeyinde %10'luk artış yaşandığını kabul edersek bir yıl önce ( 2015) yılında 100 TL ye aldığınız bir ürün 2016 yılında enflasyonla birlikte malın katma değerinde herhangi bir artış olmadan 110 TL'ye  almak zorunda kalınacaktır. Bireyin reel gelirinde bir artış olmadığı halde  satın alma gücünde ciddi bir kayıp olacaktır. Enflasyonla birlikte paranın reel değeri düşmekte ve tüketim için yapılan harcamalar artmaktadır.
  • Kaynak Tahsisinde Etkinsizlik: Enflasyonun yaratacağı kaynak tahsisindeki etkinsizlik  ekonomideki kaynakların doğru alanlara kanalize olmasını ortadan kaldırmasıdır. Enflasyonla birlikte fiyat mekanizması bozulmaya başlayacaktır ve bireyler rasyonel karar almaktan uzaklaşacaktır. Ekonomik büyümenin en önemli kaynaklarından olan tasarruflar ve yatırımlar enflasyonla birlikte düşmeye başlayacaktır. Bireyler tasarruflarının enflasyonist dönemde eriyeceğini bildikleri için tasarrufları tüketime dönüştürmeye başlayacaktır yada farklı varlık alımlarına yönelecektir ( döviz vb. ). Tasarrufların azalması yatırım için gerekli olan sermaye biriminin erimesine ve büyüme için önemli olan yatırımların azalmasına yol açacaktır. Enflasyonist dönemde nominal faizler yükleme eğilimine girecektir. Nominal faizlerin yükselmesi borçlanma maliyetini arttıracaktır. Eğer enflasyonla sıkı bir mücadele gerçekleştirilmezse reel faizler düşmeye eğilimi gösterecektir. Faizlerde başlayan dalgalanmalar yatırım kararlarının daha spekülatif amaçlı yapılmasına neden olur. 
  Enflasyonist dönemlerde elde para tutmanın maliyeti artacağından bireyle ellerindeki paraları ya hemen harcarlar yada gayri menkul yatırımlara yönlendirir. Ekonomide kaynak tahsisi bozulur. Bunlar dışında bireyler beklenen enflasyonun Ayakkabı Eskitme*  maliyeti ve Menü-Katalog* maliyetleri ile karşı karşıya kalırlar.
 Enflasyonun birde beklenmeyen maliyetleri vardır. Alacaklılardan borçlulara servet transferi gerçekleşir. Enflasyonist dönemlerde bir yıl vadeli verilen bir borcun geri dönüşü aynı reel fiyatı olmayacağından servet transferi gerçekleşecektir. Öte yandan beklenmeyen enflasyon devletin reel gelirinin azalmasına yol açacaktır (Tanzi-Oliviera Etkisi*). Ücretlilerden firma sahiplerine doğru gerçekleşen kaynak aktarımı gene beklenmeyen enflasyonun maliyetidir.

Görüldüğü üzere enflasyonun yarattığı pek çok istikrarsızlık mevcuttur. Enflasyonun yüksek seyir ettiği ekonomilere karşı bir güven eksikliği vardır. Çünkü enflasyon ile birlikte rasyonel karar alabilmek zorlaşmaktadır. Hem tüketicilerin hemde üreticilerin güvenin sarsılması istenen durum değildir. Enflasyon toplumun geneline yayılarak Hoşnutsuzluk Endeksinin* yükselmesine yol açacaktır.

Enflasyon Nasıl Ortaya Çıkar ?

Ekonomistler ve akademisyenler tarafından evrensel olarak kabul edilen enflasyon nedeni için tek bir teori yoktur, ancak sıkça kullanılan birkaç hipotez vardır.

  • Talep Enflasyonu:

Toplam talebin toplam arzdan büyük olması durumunda ortaya çıkan enflasyondur. Talep enflasyonu tüketicilerin bir mala karşı o malın arzından daha fazla talep etmeleri sonucu ortaya çıkar. Bunun dışında kamu harcamalarında artış, özel tüketim harcamalarındaki artış, özel yatırım harcamalarındaki artış yada ihracattaki artıştan dolayıda ortaya çıkabilir. Genel anlamda yaşanan enflasyon talep enflasyonudur. Bu enflasyon çok az malı takip eden çok fazla para olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, talep arz'dan daha hızlı bir şekilde artarsa ​​fiyatlar artacaktır. Bu genellikle hızla büyüyen ekonomilerde görülür. Bu teori genellikle Keynesyen ekonomi okulu tarafından desteklenir.

  • Maliyet Enflasyonu:
Üretimde kullanılan iş-gücü ve ham-maddelerin (girdilerin) fiyatlarındaki artıştır. Şirketlerin üretim maliyetleri arttığında ortaya çıkar. Bu olduğunda, kar marjlarını korumak için fiyatlarını artırmaları gerekir. Bu enflasyon ücretlerdeki artıştan, kredi faizlerindeki artıştan ve vergilerdeki artışlardan kaynaklanabilir.
  • Parasal Enflasyon:

Parasal enflasyon  ekonomide aşırı  para arzı nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Parasal enflasyonun ortaya çıkması için para arzının para talebinden yüksek olması gerekir. Herhangi bir şeyin çok fazla arzı varsa, o şeyin fiyatı düşer. Eğer bu para ise ve çok fazla para arzı onun değerini düşürecektir. Bu durumda yine bir malın satın alınması için daha fazla harcama yapılacaktır. Bu teori çoğu kez "Monetarist" ekonomi okulu tarafından desteklenir. Monetarist iktisadın öncüllerinden olan Milton Friedman enflasyonu nedeni şöyle açıklamıştır " "Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur." 

Enflasyon teorileri başlıca bunlarda olsa bunların dışında nedenine göre:

  • Fiyat ( Sentetik, Spontane ) Enflasyonu
  • İthal Edilen Enflasyon
  • Yapısal Enflasyon
  • Varlık Enflasyonu 
Şeklinde enflasyon türleri de mevcuttur.

Nasıl Mücadele Edilir (Anti-Enflasyonist Politikalar) ?

 Enflasyonu önlemeye yönelik politikalar uygulanmadan önce enflasyon boşluğu ölçülmelidir. Bunun yapılmaması durumunda uygulanacak anti-enflasyonist politikalar ekonominin deflasyona süreklenmesine sebep olabilir.
  Makro ekonomik açıdan yaşanan istikrarsızlıklara iktisat politikası araçlarıyla müdahale edilmektedir. Bu politikaları üç başlık altında toplayabiliriz:
  • Maliye Politikası
  • Para Politikası
  • Ücret ve Gelirler Politikası'dır.

Enflasyonla Mücadelede Maliye Politikası:

  Enflasyon dönemlerde toplam toplam talep toplam arzdan fazladır.Dolayısı ile enflasyonu ortadan kaldırmak için arz talep dengesinin sağlanması gerekmektedir. Denge iki şekilde sağlanabilir ya arzı artırılmalı yada talep düşürülmelidir. Enflasyonla mücadelede kısa döneme talep düşürücü uzun dönemde arz artırıcı politikalar uygulanmalıdır. Çünkü arz esnekliği uzun dönemde daha yüksektir. Kısa ve uzun dönemde amaç arz talep dengesini sağlamaktır.

Enflasyonla mücadele kısa dönemde talep kısıcı yani daraltıcı maliye politikaları uygulanmalıdır. Maliye politikası araçları temelde:
  • Bütçe Uygulamaları
  • Vergi Politikaları
  • Kamu Harcamaları ( Yatırım ve Cari Harcamalar ) 
  • Borçlanma Politikaları şeklinde sayılabilir.
  Enflasyonla mücadelede etkin şekilde daraltıcı politikalar uygulanmalıdır. Fakat bu hükümetler tarafından çoğu zaman bir risk olarak algılanır. Politik kaygı taşıyan yöneticiler enflasyonla mücadele isteksiz kalabilmektedirler. Daraltıcı maliye politikası uygulamaları öncelikle kamu harcamalarının kısılmasıyla gerçekleştirilir. Hükümetin cari harcamaları kısması kısa vade de çok daha fazla olumsuzluk yaratacağından talep kısıcı olarak yatırım harcamalarını düşürmelidir.Enflasyonist dönemde uygulanacak bir diğer daraltıcı politika ise vergileri artırılmasıdır. Vergi oranlarında yapılacak bir artış bireylerin taleplerinin düşürülmesi yönünde önemlidir. Arttırılabilecek vergiler ise dolaylı (KDV, ÖTV vb.) yada dolaysız ( Gelir, Servet vb.) vergiler olabilir. Özellikle artan oranlı vergi tarifesine sahip olan gelir vergisi otomatik şekilde talebin düşmesine yol açar.

Enflasyonist dönemde borçlanma şekli ise iç borçlanma şeklinde olmalıdır. Hükümet iç piyasadaki fazla likiditeyi borç senetleriyle emerek enflasyonla mücadeleye katkı sağlayabilir. Enflasyonist dönemde iç borçlanmaya gidilmelidir. Enflasyon dönemlerinde vergileri artırmak ve kamu harcamalarını kısmak bütçenin fazla vermesine ve talebin azalmasına yol açar.

Enflasyonla Mücadelede Para Politikası:

  Geleneksel yaklaşıma göre enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur. Bundan kaynaklı fiyat istikrarının sağlanması noktasında para politikası son derece önemlidir. Bilindiği üzere tüm dünyada para politikasına yön verme görevini Merkez Bankaları yürütmektedir. Merkez Bankalarının ekonomik büyüme, yüksek istihdam, ödemeler dengesi gibi pek çok amacı olsada belkide en önemli amacı fiyat istikrarının sağlanmasıdır. Merkez Bankalarının enflasyonla mücadelede izleyeceği politika sıkı para politikasıdır.

  Merkez Bankasının enflasyonla mücadelede başarılı olması için pek çok politika aracı olsada en önemli politika aracı kısa vadeli faizlerdir. MB'nın faizler dışında açık piyasa işlemleri, reeskont oranları, zorlu karşılıklar ve döviz kontrolleri gibi para politikası araçları ile piyasadaki para arzını kontrol ederek mücadele etmektedir. Türkiye Cumhuriyet MB bu bahsettiğimiz politikalar dışında enflasyon hedeflemesi rejimi ile enflasyon beklentileri yönetmektedir. MB enflasyonun yüksek seyrettiği dönemlerde faizleri yükselterek kredi taleplerini düşürmekte ve piyasada para arzını azaltmaktadır. Bu şekilde enflasyonda bir düşüş söz konusu olmaktadır.

 Para politikası uygulamalarının enflasyonla mücadelede başarılı olabilmesi için öncelikle bazı şartlar vardır. Çünkü MB enflasyonla mücadelede başarılı olması başlı başına sıkı para politikası ile mümkün olmamaktadır. Fiyat istikrarında öncelikle etkili politika yürütülebilmesi için Merkez Bankasının bağımsız olması gerekmektedir. Merkez bankalarının fiyat istikrarını temel amaç olarak hedeflemesi ve bunu açık ve net olarak tanımlaması, politika hedeflerinin kamuoyuna açıklaması, hesap verebilir olması, araç bağımsızlığına sahip olması, bütçe açığı ve kamu borç yönetiminden sorumlu olmaması çağdaş bir merkez bankasının gereklerindendir.

  Öte yandan enflasyonla etkin bir mücadele yürütülmesi için maliye para politikalarının uyumlu olması gerekmektedir. Sıkı para politikasının yürütüldüğü bir ekonomide bütçenin açık vermesi, kamu harcamalarının artılması veya yüksek miktarda borçlanmaya gidilmesi para politikasının başarısız olmasına yol açacaktır. Kamu harcamaları istikrar politikası  kabul edilebilir seviyeyi aşması halinde maliye politikası ile ihtilaf meydana gelir, Bütçe açıklarının sermaye piyasasında finanse edilmesi özel yatırımları olumsuz etkiler (crowding out). Vergilerin arttırılması da büyümeyi
engelleyici ve fiyatları arttırıcı etki eder. Merkez Bankası'nın devleti doğrudan finanse etmesi ve dolaylı olarak piyasada devlet tahvillerini satın alması durumunda para arzının artmasına ve enflasyonist etkiler ortaya çıkmasına yol açar.

Sonuç

Günümüz ekonomilerinin pek çok önemli problemi olsada mutlaka çözülmesi gerek bir mesele varsa oda Fiyat İstikrarının sağlanmasıdır. Enflasyon veya deflasyonun yaratacağı olumsuzluklar düşük büyümeden işsizliğe gelir dağılımı adaletsizliğinden dışa açığa kadar pek çok sorun yaratmaktadır. Enflasyonun bu kadar fazla sorun yaratmasına rağmen pek çok ülke enflasyonla mücadelede etkili olamamaktadır. Burada yaşanan sorunların başında ülkede uygulanan politikaların etkin yürütülememesidir.  Örneğin siyasi iktidar çoğu zaman daraltıcı maliye politikası yürütmeye yanaşmamaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde artan kamu harcamaları enflasyona mücadelede istenen bir durum değildir. Hükümetin enflasyonla mücadelede sıkı para politikasının uygulamalarını desteklememesi de dönem dönem yaşanmaktadır. Örneğin uygulanacak yüksek faizler ekonomik büyüme ile ters düşeceğinden bazen tepki alabilmektedir. Unutulmamalıdır ki enflasyonla mücadele öncelikle güçlü bir irade gerekmektedir.

Dip Notlar:


Ayakkabı Eskitme  Maliyet: Enflasyonist dönemlerde elde para tutmanın maliyeti yüksek olacaktır. Bundan dolayı bireyler paralarını bankalarda tutmaktadır. Bu durum ise insanların daha fazla bankaya gidip gelmelerine ve ayakkabılarının eskimesine yol açmaktadır.


Menü-Katalog Maliyet: Enflasyonist dönemlerde firmalar fiyatları sürekli değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Fiyatlardaki bu oynaklık menülerin sürekli yenilenmesine ve menü-katalog maliyetlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. 


Tanzi-Oliviera Etkisi: Verginin doğması ile tahsil edilmesi arasındaki süre uzadıkça, verginin daha geç ödeyen bireylerin reel vergi yüklerinde bir azalış devletin ise reel vergi gelirinde bir azalış yaşanmaktadır. Özellikle yüksek enflasyon dönemlerinde kurumlar vergisi gibi vergilerde bu sorun yaşanmaktadır. Çözüm ise geçici vergi uygulamalarıdır.


Hoşnutsuzluk Endeksi: Bir ekonomide enflasyon oranı ile işsizlik oranın toplamı hoşnutsuzluk endeksini verir.


Kaynakça:

  1. www.investopedia.com
  2. www.thebalance.com
  3. www.mahfiegilmez.com

20 Ekim 2017 Cuma

Davranışsal İktisat ( Behavioral Economics )


Giriş

  İlk kez 1968'te İsveç Merkez Bankası tarafından Nobel Ödülleri'nin kurucusu Alfred Nobel anısına verilmeye başlanan  Nobel Ekonomi ödülleri 2017 yılında sahibini buldu. Bu yılki ödülü Davranışsal Ekonomi ( Behavioral Economics ) alanındaki çalışmaları nedeniyle ABD'li ekonomist Richard Thaler aldı. Thaler bilindiği üzere Davranışsal İktisat alanında ciddi çalışmalar yapıyordu. Özellikler psikolojik varsayımları ekonomik karar alma analizleriyle birleştirmesi bireysel kararların analizinde ekonomi ve psikoloji bilimleri arasında önemli bir bağ kurmuştur. Thaler çalışmaları sonucunda ortaya koyduğu teoriler  (Davranışsal Ekonomi Teorisi), bugün ki ekonomi politikalarını ciddi şekilde etkileyen yeni bir çalışma alanına katkıda bulunmuştur. 

 Bu çalışmamızda ise Davranışsal Ekonominin yöntemini ve diğer iktisadi ekollerle arasında ki farkı ortaya koymaya kısacası ne olduğu ifade etmeye çalışıcağız.


Davranışsal İktisadın Doğuşu 


   Davranışsal İktisadın temelleri Adam Smith’in 1759 yılında yayınladığı “The Theory of Moral Sentiments ( Ahlaki Duygular Teorisi )” adlı çalışmasına kadar dayanmaktadır. Smith eserinde insanın, yalnızca bireysel çıkar dürtüsüyle hareket eden bir varlık değil, aynı zamanda, istediğini diğer insanlarla değişim ilişkilerine girerek elde eden bir varlıktır şeklinde ifade etmiştir. Smit'e göre insanların diğer insanlar tarafından kabul görmek gibi bir çabası vardır. Smith bireysel davranışları insan psikoloji ile değerlendirerek Davranışsal İktisadın temellerini atmıştır. Bilindiği üzere Adam Smith bir klasik iktisatçı olarak Klasik İktisadi görüşün öncülerinde olmakla birlikte aynı zamanda bir Ahlak Profesörüdür. Bundan dolayıdır ki Geleneksel iktisadın üzerine basa basa vurguladığı
insanın  bencil olduğu konusuna Smith’in “Ahlaki Duygular Teorisi”nde hiç yer verilmez.
 
  Smith ile yakın dönemlerde yaşayan özellikle etik ve ekonomi alanlarındaki çalışmalarıyla ünlenmiş Hollandalı bir düşünür olan  Bernard Mandeville 1714 yılında yayınladığı “The Fable of the Bees or Private Vices, Publick Benefits” (Arıların Öyküsü veya Kişisel Kötülükler Toplumsal Yararı Sağlar) başlıklı eseriyle psikoloji ve iktisat arasında önemli bir ilişki kurmuştur. Bu bağlamda düşünürün yapmış olduğu en etkili çalışma iş bölümü içerisinde toplum çatısı altında bir arada yaşayan insanları, bir kovan içinde yine iş bölümü çerçevesinde yaşayan arılara benzetmesidir. Mandeville bu eserinde, her insanın bencil olduğunu ve bunun aslında hem doğal hem de erdemli bir şey olduğunu iddia eder. Ona göre toplumsal refahı artıracak olan aç gözlü  davranışlardır.

  19 yüzyıl boyunca dönem iktisatçıları psikoloji ve iktisat ilişkisine gönderme yapmaya devam etmiş. Fakat 20 yüzyılın başlarına doğru ortaya çıkan Neo-Klasik İktisat anlayışıyla psikoloji-iktisat ilişkisi ciddi biçimde sorgulanmaya ve reddedilmeye başlanmıştır. Neo-Klasik İktisat ile birlikte Sosyal Bilimler arasında yer alan İktisat Bilimi yeni bir yöntem arayışına yönelmiş özellikle Doğa Bilimlerin yöntemine yönelerek matematik ile iktisat problemlerini çözmeye çalışmıştır. Bu dönemde yaşanan gelişmeler Marjinal Devrim olarak kabul edilmiş ve Rasyonel İnsan davranışlarına vurgu yapılmıştır. Rasyonel insanların faydalarını maksimum düzeye getirmek için tercih yapıp tüketim yaptıklarını, yine rasyonel insanların karlarını maksimum düzeye getirmek için üretim yaptıklarını ifade etmişlerdir. Neo-Klasik iktisat ekolü maksimizasyonları belirleyebilmek veya faydayı ölçebilmek için yoğun matematik kullanılmaya başlanması, zamanla psikolojik unsurların iktisatta
yabancılaşmasına neden olmuştur. Neo-Klasik İktisatçıların insanı "Homo Economicus (Rasyonel İnsanı tanımlayan bir terimdir)" olarak tanımlamışlardır.

 19. yüzyıl da matematiğin  ekonomide karşılaşılan karmaşık sorunların çözümünde etkin şekilde kullanılmaya başlanmasıyla birlikte bilim dalının adı “siyasal iktisat” (politicaleconomy)
yerine “iktisat” (economics)’a dönüşmeye başlamıştır. Özellikle mantıksal pozitivizmin etkisiyle iktisat somut ve gözlenebilir olgulardan hareketle daha matematiksel hale gelmesi diğer sosyal bilimlerle olan iş birliğini dışlamaya başlamıştır. Siyasal iktisat daha fazla insani davranış ve iktisat dışı davranışları analize katarken, “iktisat” (economics) bundan uzaktır.

  Her ne kadar bu dönemde psikoloji bilimine kuşkuyla yaklaşılsada 20. yüzyılda Fisher, Pareto ve Keynes gibi iktisatçılar insan davranışlarının ekonomi üzerinde etkileri olabileceği yönde çalışmaları olmuştur. Özellikle Keynes,  finansal piyasalarda rasyonel olmayan spekülatif davranışlarda psikolojik faktörlerin rolüne değinmiştir.

  Neo-Klasik ekolle birlikte iktisat sosyal bilimlerden uzaklaşmaya eğilimine girmiş olsada bazı teorisyenlere göre iktisat, insan faktörlü sosyal bir bilimdir. İnsanoğlunun karmaşık ve davranışlarının çoğu kez öngörülemez olmasından kaynaklı matematiğin insanı her zaman doğru analiz etmesi mümkün değildir. Matematiğin yetersiz kaldığı bu nokta Davranışsal İktisat,  insanın ekonomik davranışlarının psikolojik unsurlarla incelenmesi gerektiğini vurgulayarak iktisada katkı sağlamıştır
Birçok iktisatçıya göre ekonominin gerçeklerini ve karmaşık yapısını anlayabilmek için iktisat matematik dışında farklı araçları da kullanmalıdır. Özellikle ekonomik  davranışları incelerken toplumların kültürel yapılarına da bakılmalıdır. Psikoloji, sosyoloji ve antropoloji gibi bilimlerden yararlanmak iktisadın topluma daha da yakınlaşması ve çözüm üretmesini katkı sağlayacaktır.


Davranışsal İktisadın Gelişimi



   Davranışsal İktisat 1980'li yıllara kadar egemen olan temel iktisadi görüşün varsayımlarını, özellikle de homo  economicus varsayımını eleştirerek ortaya çıkmıştır. Davranışsal İktisadi teoriler oluştururken sarf matematiksel verilerle analiz yapılmayıp ilgili teoriye psikolojik, sosyolojik unsurları da eklemek gerekir. İnsanlar her zaman kar yada fayda maksimize yapmak amacıyla karar vermeyebilir. Çünkü insanlar her zaman rasyonel karar almaları mümkün değildir. Örneğin, asimetrik bilginin varlığı, riskler ve belirsizlikler, statü ve itibar kazanma isteği, popüler hale gelmek , sevilmek yada sayılmak gibi psikolojik nedenlerle insanlar rasyonellikten uzaklaşabilirler.

  20. yüzyılda Davranışsal İktisat alanında öncü çalışmaları 1951 yılında yayınladığı “Psychological Economics” adlı kitabıyla George Katona, Herbert A. Simon ise 1947 yılında  “Administrative
Behavior” adlı çalışması ve Harvey Leibenstein'nin 1966 yılında yayınladığı ‘X-etkinsizliği’  (X-ineffciency) kavramı ile psikilojik ve sosyolojik öğelere yer vererek bu alanda önemli çalışmalar yapmışlardır. 2000'li yıllarda Davranışsal İktisat alanında daha fazla çalışmalar yapılmış. Akerlof ve Rachel E. Kranton “Economics and Identity” adlı makalesinde psikolojik ve sosyolojik unsurların ekonomik davranışlar üzerindeki etkisini incelemişlerdir. Onlara göre davranışsal fiiller eğitimden tüketime, tasarrufdan işçi-işveren ilişkilerine kadar pek çok ekonomik olayı  etkilemektedir.

Davranışsal İktisadın Konusu ve Yöntemi



  Davranışsal Ekonomi, insanların bazen neden mantıksız kararlar aldığını ve davranışlarının neden  ekonomik modellerin tahminleri ile uyuşmadığını keşfetmek için psikoloji ve ekonomi üzerine kuruludur. Örneğin bir fincan kahveye ne kadar ödeyeceğimizi, hangi arabayı satın alacağımızı yada sağlık bir yaşam sürdürmek için ne kadar birikim yapmamız gerektiği ile ilgili kararları salt ekonomik etmenlerle almadığımızı ortaya koymaktadır. Davranışsal ekonomi, bir bireyin seçim B yerine neden A kararını verdiğini açıklamak ister.

  Davranışsal iktisatçılar gözlemi temel yöntem olarak  kullansalar da psikolojik süreçlerin insan davranış ve tercihlerini nasıl etkilediğini direkt ölçmek mümkün değildir. Bundan dolayı iktisatçılar bu noktada farklı yöntemlerle analiz yapmaktadırlar. Örneğin 2017 Nobel Ekonomi sahibi Thaler "Mental Accounting" (Zihinsel Muhasebe) kavramını literatüre kazandırmıştır. Bu teoriye göre insanların değerleri mutlak yerine göreli olarak düşünürler.Teorinin altında yatan önemli kavram, mantıksızlıktır. Zihinsel Muhasebe teorisine göre  bireyler kredi kartı faturalarında bireysel kalemlerinden, daha büyük bir tutarın küçük bir kısmı  görüldüklerinde daha mutlu olurlar bundan dolayı bir malı peşin almak yerine kredi kartıyla almak daha caziptir.

  İnsanlar doğası gereği duygusal ve kolayca dağılmış varlıklar olduğundan bazen kendi çıkarlarına uygun olmayan kararlar verebilirler. Örneğin rasyonel seçim teorisine göre, herhangi bir X kişisi kilo vermek istiyorsa ve her bir gıdada bulunan kalorilerin sayısı hakkında bilgi alıyorsa, yalnızca en az kalorili gıda ürünlerini tercih edecektir. Davranışsal Ekonomi, X'in kilo vermek istediği halde ve sağlıklı yiyecekleri yemeye karar vermesi fikrine sahip olmasına  rağmen, son davranışının  duygu ve sosyal etkilere tabi olacağını ortaya koymaktadır. Televizyonda cazip  fiyata bir tatlı reklamı yayınlanırsa ve  etkili bir şekilde pazarlanırsa örneğin, tüm insanlara günde 2000 kaloriye ihtiyaç duyduğundan söz ederse, ağzı sulandıran tatlı görüntüsü, fiyat ve görünüşte geçerli istatistikler, bir süre sonra X'in tatlının cazibesine yenik düşmesiyle sonuçlanacaktır.

Davranışsal İktisat Üzerine Bir TED Konuşması


 2013 yılında Alex Laskey adlı konuşmacı onu izleyenlere şu soruyu sordu: "How behavioral science can lower your energy bill ? "(Davranış bilimi, enerji faturasını nasıl düşürebilir?). Alex Laskey konuşmasına başlamadan önce kafasında şu vardı, enerji kullanımımıza yönelik tutumun sadece bir değişimle birlikte hepimizi kurtarabileceği. Çünkü bugün dünya üzerindeki optimal olamayan enerji tüketimi doğal kaynakları tüketmekte ve iklimin değişmesine neden olmakta. Laskey ve Opower'daki ekibi ile birlikte bir deney gerçekleştirdi. Bu deneyde amaç insanların enerji tasarrufu yapmalarını sağlayarak nasıl daha az enerji kaybını sağlayabilirler.

Bu amaç doğrultusunda bir bölgede yaşayan insanlara neden enerji tasarrufu yapmaya çalışmaları gerektiği konusunda üç farklı mesajdan birini üç farklı gruplara verdiler. Bu mesajlar şu şekildeydi yapacağınız tasarruflar sonucu:


  • Bu ay 54 $ tasarruf edebilirsiniz,
  • Gezegeni kurtarabilirsin,
  •  İyi bir vatandaş olabilirsin.
Peki gruplara verilen bu mesajlardan hangisi başarılı oldu? Sonuç hiç bir mesaj istenen  enerji tasarrufunu sağlamadı. Bunun üzerine araştırma ekibi gruplara dördüncü bir mesaj ekledi.
" Komşularınız enerji tasarrufu konusunda sizden daha başarılı" yeni mesaj sonrası daha önce sağlanamayan enerji tasarrufu bu kez istenilen düzeyde gerçekleşmeye başladı. Laskey bu durumu şöyle açıklıyor: İnsanlar bir şey sakıncalıysa, buna inansa dahi ikna olmazlar. Ama sosyal baskı var ise işte bu güçlü bir şeydir.
Laskey'in kurmuş olduğu Opower şirketiyle ABD'de her yıl davranış biliminin sayesinde enerji tasarruf projeleriyle yılda 2 terawat enerji tasarrufu sağlamayı hedeflemektedir.. Bu enerji bir yıldan daha fazla bir süre St. Louis ve Salt Lake City'deki her eve güç yetirecek kadar enerji tasarrufu sağlayabilecektir.

 Sonuç olarak Laskey, sosyal davranışın gücünü kullanarak ekonomik anlamda ciddi bir enerji tasarrufunun nasıl sağlanacağını ortaya koymaktadır.

Sonuç

  Davranışsal İktisat, insan faktörünü ön plana çıkarmaya uğraşarak ortaya koyduğu gözlemler ve deneyler sonucu her zaman neden rasyonel kararlar alınamadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Özelikle son yıllarda yapılan çalışmalar egemen olan iktisadi görüşün sorgulanmasına yol açmıştır. Sosyal bilimler arasında yardımlaşma sonucu bugün geçmişte açıklanamayan bazı ekonomik davranışlar artık daha anlaşılır hale gelmiş ve çözüm imkanı ortaya çıkmıştır. 

Kaynakça

  1. www.investopedia.com
  2. www.behavioraleconomics.com
  3. www.iktisatvetoplum.com
  4. https://www.ted.com/talks/alex_laskey_how_behavioral_science_can_lower_your_energy_bill Lazkey'in İlgili Konuşması
  5. Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi, Cilt 4, No 2, Yıl 2012, İKTİSATTA PSİKOLOJİK İNSAN FAKTÖRÜ: DAVRANIŞSAL İKTİSAT, Yeşim CAN

12 Ekim 2017 Perşembe

Arz Yanlı Ekonomi (Supply Side Economics) ve Laffer Eğrisi Analizi





Giriş

  1970’li yıllarda  yaşanan stagflasyonla* birlikte Keynesyen İktisat Politikalarının ciddi bir şekilde sorgulandığı ve eleştirildiği  bir ekonomik istikrarsızlık  dönemi başlamıştır. Arz Yönlü İktisat politikaları ise bu eleştiriyi  yapan bir ekonomik anlayıştır. Arz Yanlı İktisatçıların Keynesyen makro ekonomik uygulamalara karşı en önemli eleştirisi; iktisat politikalarının kısa dönemde istikrar sağlama gibi amaçlarla kullanılmamasıdır. Onlara göre devletin kısa dönemde ekonomiye müdahalesi nispi fiyat mekanizmasını bozarak ekonomideki kaynak dağılımını olumsuz etkileyeceğidir. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahaleden çok piyasanın daha etkin çalmasını sağlayacak önlemleri alması gerekmektedir.

Arz Yanlı Ekonomi Nedir ?

Arz Yönlü Ekonomi, bazıları için "Reaganomics*"  veya  40. ABD Başkanı Ronald Reagan'ın savunduğu "trickle-down*" politikası olarak bilinmektedir. Arz- yan ekonomi, artan üretimin ekonomik büyümeyi yönlendirdiğini söyleyen teoridir. Bu açıdan arz yönlü iktisat politikaları üreticiler ve işletmelere yöneliktir.
Temel İktisat Politikaları şöyledir:
  •  Yatırımcılar ve girişimciler için daha fazla vergi indirimi yapılması,
  • Tasarruf ve yatırım yapma teşvikleri sağlanması,
  •  Üretimi kısıtlayan çevre koruma standartlarının hafifletilmesini, 
  • Deregülasyona (düzenleyici politika) gidilmesini önermektedir,                                                                                        
bu yolla üretimin artacağını ve ucuzlayacağını ileri sürmektedirler.


  Ekonomik teorilerin çoğunda olduğu gibi, arz yanlı ekonomi de istikrarlı ekonomik büyüme için politikalar sunar. Genel olarak arz yanlı teorisinin üç temel taşı vardır: vergi politikası, düzenleyici politika ve para politikasıdır.

  Bununla birlikte, üç sütun ardındaki tek düşünce, ekonomik büyümenin belirlenmesinde üretim        ( mal ve hizmetlerin "arzı") önemlidir. Teori Keynesyen teoriye göre tam tersi bir şekildedir. Keynesyen teori talep yanlıdır ekonomik büyümenin kaynağını talep yanlı ele almaktadır. Arz yanlı teori talebin  fakir olabileceğini, dolayısıyla tüketici talebinin gecikmesi halinde ekonomiyi resesyona sürüklenebileceğini, bundan dolayı hükümetin mali ve parasal politikalarla müdahale etmesi fikrini  ortaya koymaktadır. Burada ki müdahale Keynesyen İktisat politikası* gibi bir anlayış değildir. Keynesyen Ekonomik anlayışın stagflasyonu çözememesi üzerine Arz yanlı Politikalara ilgi artmıştır.

 Nasıl Çalışır ?

  1970’li yıllarda yaşanan diğer bir önemli ekonomik sorun Keynesyen anlayıştan dolayı  kamu harcamalarının aşırı derecede artmış olmasıdır. Artan kamu harcamaları da, pek çok ülkede vergi yükünün aşırı yükselmesiyle sonuçlanmıştır. Yüksek oranlı vergi yükü ve yüksek enflasyonla birlikte, “taxflation*” adı verilen kavram iktisat literatürüne girmiş ve yeni iktisadi sorunlar ortaya çıkmıştır.

  Yaşanan enflasyon sonucu bireylerin nominal gelirleri artmış fakat reel olarak bir değişiklik olmamıştır.Nominal gelirdeki artış  bireylerin artan oranlı gelir vergisi nedeniyle daha yüksek oranda vergi ödemek zorunda bırakmıştır. Öte yandan vergi yükünün yüksek olması özel yatırım harcamalarını azaltıcı bir etki meydana getirerek, ekonominin üretim kapasitesini  düşürmüş, firmalarda meydana gelen bu olumsuzluklar istihdamın da olumsuz etkilenmesine neden olmuştur. Tüm bunların yanında yüksek enflasyon ve yüksek vergi oranlı nedeniyle tasarruflar çok düşük seviyelere gelmiştir.

  Bundan dolayı Arz Yanlı Ekonomik politikaları özellikle vergi politikaları üzerine yoğunlaşmıştır. Arz Yanlı vergi politikasına göre; özellikle vergi indirimleri yoluyla, üretim ve dolayısıyla vergi gelirleri pozitif yönde etkilenecek ve böylece ekonomik büyüme ve etkinlik sağlanacaktır. Arz yönlü politikalar işletmeler geniş teşvikler vererek çalışır. Vergilerde yapılacak indirimler sonucu firmalar daha fazla sermaye birikimi gerçekleştirir. Biriken sermaye ile firmalar yeni üretim alanları yaratarak mal ve hizmet üretimi artar.

 Arz Yanlı İktisatçılar malların ve hizmetlerin üretiminde bir artışın  fiyatı düşüreceğini savunur. Şirketler aşırı ürettiklerinde fazla stok oluştururlar artan stoklarla birlikte fiyatlar düşer ve tüketiciler artan arzı dengeleyerek ekonomiye dengeye gelmesini sağlarlar. Bu şekilde ortaya çıkan ekonomik refah artışı "Trickle-Down Teorisi" olarak adlandırılmaktadır.

 Öte yandan Gelir vergisi oranı azaltılırsa, bireylerin emek arzı atacak geliri artan bireyin tasarruflarında artma eğilimine girecektir. Tasarruftaki artış faiz oranının düşmesine ve yatırımların
artmasına yol açar. Kurumlar vergisinde yapılacak bir indirim ise, yatırımın karlılığını ve kurumun tasarruf gücünü artıracaktır. Düşük gelir vergisi oranları, işçinin eline geçen ücreti
artıracağından ve toplu sözleşmelerde istenilen ücret artışlarını azaltacağından, enflasyon hızını yavaşlatacaktır. Enflasyondaki bu düşüş ise tüketim, üretim ve dolayısıyla istihdamı artıracaktır.

Laffer Eğrisi Analizi

  Vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi ortaya koyan Laffer Eğrisi, Arz Yanlı İktisat’ın önemli bir kavramıdır. Laffer'in ilk olarak Washington D.C.'de bir  restoranda peçetenin üzerine çizdiği söylenen bu eğri 1970'li yıllarda çok popüler olmuş bugün hala vergi oranlarındaki bir artışta ilk akla gelen analizlerden biri olmuştur.

 Laffer Eğrisi, daha düşük vergi oranları ile ekonomik büyümeyi arasında pozitif bir korelasyon ortaya koyan bir teoridir ve bu nedenle Arz Yanlı Ekonomik anlayışının en temel teorisidir. Laffer Eğrisi, vergi oranlarındaki değişikliklerin hükümetin vergi gelirlerini iki şekilde   nasıl etkilediğini açıklar.

 Teoriye göre devletin vergi oranlarında yapacağı bir indirim belli koşullar altında vergi gelirleri üzerinde bir kısa vadede bir azalış yaratsa da uzun vadede artış yaratacaktır. Laffere göre uzun vadede  düşük vergi oranları mükelleflerin ellerinde daha fazla para kalmasını sağlar tüketiciler daha sonra ellerinde kalan parayı harcayarak talepte bir artış yaratacaklardır. Firmalar ise artan talebi karşılamak için üretimi artırmaya başlarlar. Artan üretim emek talebi etkileyerek istihdamı artırmaktadır. Vergi indirimi ile Ekonomik büyümeye olan bu destek, daha büyük bir vergi tabanı yaratır. Bu şekilde kısa vadede ortaya çıkan vergi geliri kaybının yeri dolmaktadır.




 Yukarıda yer alan Grafiğe göre, eğrinin alt kısmında sıfır vergi oranında hiçbir hükümetin gelir elde etmediğini ve dolayısıyla hiçbir hükümetin olmadığını göstermektedir. Sıfır noktasından başlayarak alınan vergilerin artması devlet gelirlerini hemen artıracaktır. Başlangıçta vergileri artırmak eğrinin artan şeklinde gösterildiği gibi, toplam gelirin artmasını sağlamaktadır. Hükümet vergileri artırmaya devam ederken  her ek vergi artışı toplam vergi gelirine artı etkisi azalmaya başlayacak ve optimum noktada maksimum olacaktır. Vergi hasılatının maksimum olduğu nokta "Maximum Revenuen Growth (Maksimum Gelir Artışı)" yada Optimum Vergi Oranı olarak adlandırılır.

 Grafik Belirli bir noktadan ("Maximum Revenuen Growth ) sonra artan vergi oranlarının insanların az ya da hiç çalışmamasına ve böylece vergi gelirinin düşmesine neden olacağını göstermektedir. Bu noktada, yüksek vergiler ekonomik büyümeye ağır bir yük bindirmektedir. Talep o kadar çok düşüyor ki, vergi tabanındaki uzun vadeli düşüş, vergi gelirindeki ani artıştan uzaklaşmaktadır. Sonunda, vergi oranlarının eğrisinin en sağında olduğu şekilde % 100'e ulaşması durumunda, tüm insanlar çalışmamayı seçerler çünkü kazandıkları her şey hükümete gidecekti. Laffer grafikteki gölgeli bölümü   "Prohibitive Range (Yasak Bölge)" olarak adlandırmaktadır. Hükümetler "Maximum Revenuen Growth noktasında olmak isterler, çünkü insanlar zorla çalışmaya devam ederken hükümetin azami vergi geliri toplayacağı nokta budur.

 Diğer yandan vergi oranlarında meydana gelen artışlar optimal noktadan sonra vergi yükümlülerini yasal olmayan yollardan vergi kaçırmaya ve/veya yasal boşluklardan ve vergi sığınaklarından yararlanarak vergiden kaçınmaya teşvik etmiştir.


Arz Yanlı Ekonominin Uygulamaları

  Arz Yanlı Politikalar 1980’lerde ABD Başkanı R. Reagan ve İngiltereBaşbakanı M. Thatcher tarafından ön plana çıkartılmıştır. Türkiye'de ise Özal dönemi uygulama alanı bulmuştur. Özellikle ABD’de büyük ilgi gören Arz Yanlı İktisat, Başkan Reagan’ın seçim programına temel oluşturmuştur. Bu nedenle arz yanlı politikalara, “Reaganomics” ve “Thatcherism*” adı da verilmiştir.
 Başkan Reagan Stagflasyonla mücadele  bu politikaları etmek için kullandı. Reagan öncelikle vergi oranlarında bir indirime gitti ve  üst marjinal gelir vergisi oranını yüzde 70'den yüzde 28'e düşürdü. Başlıca  kurumlar vergisi oranını  yüzde 46'dan yüzde 40'a düşürdü. Bu Büyük Depresyon'tan bu yana yaşanan en büyük durgunluğun dışına çıkmasına yardım etmiş oldu. Başkanın yaptığı bu indirimler düşük gelirli grupları daha fazla tüketime iterken yüksek gelir gruplar vergi avantajının sağladığı gelirle ya borçlarını ödediler ya da bankalara yatırdılar. Reagan'nın uyguladığı politikalar başkanlık süresinin dolmasından sonra popülerliğini yitirdi ve eleştirilmeye başlandı.


 Arz Yanlı Politikalarda bugün başarıyı bir Avrupa ülkesi olan Romanya'nın yakaladığı söylemek yanlış olmaz. Romanya hükümeti uzun süre istediği ekonomik büyümeyi yakalayamamış ve çözüm yolu olarak vergi yasasını revize etmeye başlamıştır. Romanya hükümeti  2015 yılı sonunda katma değer vergisi (KDV) oranını yüzde 24'den yüzde 20'ye ve gelir stopaj oranını düşürmüştür bunun yanında basitleştirilmiş borçlar kaldırılmış ve bazı temettülerden kurumlar vergisinden muaf tutulmuştur. Gerçekleşen bu düzenlemeler hemen meyvesini vermeye başlamış ve 2016 yılı ilk çeyrekte Romanya, yıllık bazda yüzde 4.3 oranında büyümüştür. Romanya bu rakamla  2015 yılının dördüncü çeyreğine göre ise yüzde 1,6 oranında artış gösterdi. Yakalanan bu performans AB ekonomileri arasında son derece önemli bir başarıdır. Büyümeye ile birlikte istihdam oranında ki artış Romanya'nın Mayıs ayında işsizlik oranı, Euro Bölgesi ülkeleri için ortalama yüzde 10,1 ile karşılaştırıldığında yüzde 6,6'ya düşmesini sağlamıştır.

Sonuç

 Bugün hala ekonomistler vergi indirimlerinin uzun vadede artan ekonomik büyümeye neden olup olmadığını tartışmaya devam etmektedir.  Çünkü hala vergilerin hangi orana kadar artırılıp artırılmayacağı tartışma konusudur. Bunun asıl belirleyicisi ekonomin mevcut konjonktürüdür. Eğer bir ekonomide vergiler zaten düşükse vergi oranlarında yapılacak daha fazla bir  kesinti büyümeyi artırmadan gelirleri azaltacaktır. Arz Yanlı İktisatçılar pek çok soruna olduğu gibi enflasyona
karşı da arzı artırıcı politikaların uygulanmasını gerekli görmüşlerdir. Enflasyon karşısında vergi politikası dışında, bütçe politikası ve para arzını kontrole dayanan para politikasının da uygulanabileceğini belirtmişlerdir. Arz Yanlı İktisatçılara yapılan bir  eleştiri ise gelir dağılımı sorunu üzerinde fazla durmamış olmaları ve bu sorun üzerine eğilmemeleri olmuştur.

Dip Notlar



  • Stagflasyonla (Stagflation): Stagflasyon durgun ekonomik büyüme, yüksek işsizlik ve yüksek enflasyonun bir arada yaşandığı bir makro ekonomik istikrarsızlıktır. Ekonominin  zayıfladığı bir durumda ekonomide yaşanan gerileme sonucu  enflasyonun ortaya çıkması beklenmediğinden  alışılmadık bir durumdur. Normal bir piyasa ekonomisindeki yavaş büyüme enflasyonu engeller. 1970'li yıllarda yaşanan Arap-İsrail savaşlarının ekonomik alanı yansıması stagflasyon ile olmuştur. OPEC üyesi pek çok arap ülkesinin petrol üretimini kesmeleri maliyet enflasyonu yaratmıştır. Bunun sonucu fiyatlar genel seviyesi artmış aynı anda ekonomik durgunlukta yaşanmıştır. Yaşanan stagflasyona Keynesyen Ekonomik politikaların çözüm üretememesi sonucu Arz Yanlı Ekol doğmuştur.
  • Reaganomics: Başkan Reagan tarafından uygulanan arz yan politikalar bu şekilde literatüre girmiştir.
  • Thatcherism: İngiltere Başbakanı M. Thatcher tarafından uygulanan arz yan politikalar bu şekilde literatüre girmiştir.
  • Trickle-Down: Ekonomik büyümeyi teşvik etmek için büyük işletmelere, yatırımcılara ve girişimcilere yapılan vergi indirimleri veya sağlanacak diğer mali avantajlar firmaların gelir ve sermaye birikimi oluşturmalarını sağlar. Oluşan bu sermaye daha fazla üretim için yatırıma dönüşecek istihdam artacak ve toplumun geneline yayılan bir refah artışını sağlayacaktır. Bu işleyiş tıpkı zengin damla sulamalarının bir tarladaki bitkilere  indirgenmesinin faydayı maksimum etmesine benzetildiği için Damlayan Ekonomi Teorisi ya da  Trickle-Down olarak adlandırılmıştır.
  • Keynesyen İktisat Politikası: Keynes 1936 yılında yayımlanan " İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi" adlı eseriyle iktisatta yeni bir çığır açmıştır. Klasik İktisadi anlayışı  eleştiren Keynesyen Ekonomik anlayış devletin ekonomiye gerektiğinde maliye politikalarıyla müdahale etmesini savunmuştur. Keynes'in bu politikaları 1970'li yıllara kadar  uygulanmış fakat yaşanan stagflasyon sonrası  eleştirilmeye başlanmıştır.
  • Taxflation: Aşırı vergi yükü ile birlikte yüksek enflasyonun birlikte yaşandığı istikrarsızlık durumudur.


Kaynakça



  1. https://www.thebalance.com/
  2. http://www.investopedia.com/
  3. http://www.usfunds.com/
  4. http://www.mahfiegilmez.com/
  5. Savaş, Vural (2000), Politik İktisat, 4.Baskı, Beta Basım AŞ, İstanbul.
  6.  SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Seyhun DOĞAN





28 Eylül 2017 Perşembe

Türkiye - AB Gümrük Birliği 



1.Giriş

  Türkiye-AB ilişkisi yaklaşık olarak 60 yıllık bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1957 yılında  Roma Antlaşmasıyla kurulan AET'ye  (Avrupa Ekonomik Topluluğu*) Temmuz 1959’da üyelik başvurusunda bulunmuş. Fakat o dönemde henüz yeni kurulmuş olan topluluk tam üyelik yerine Türkiye'nin topluluğa tam üyelik koşullarını gerçekleştirinceye kadar bir “ortaklık ilişkisi” kuran Ankara antlaşmasının imzalanmasını önermiştir. Bunun üzerine  Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963’de imzalanmış ve  1 Aralık 1964 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Görüldüğü üzere Türkiye topluluğa tam üyelik başvurusunda bulunmuş olsada topluluk tam üyeliğe götüren bir ortaklık anlaşmasının imzalanmasını daha uygun görmüştür.

2.Ankara Antlaşmasının Amacı ve Uygulması

  Ankara Antlaşmasının amacı 2. maddesi hali hazırda şu şekilde düzenlenmiştir; "Anlaşma'nın amacı, Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile gözönünde bulundurarak, Taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir." 
Aynı maddenin 2. fıkrası ise yukarıda belirtilen amaçların gerçekleştirilmesi için Ankara Antlaşmasında ilgili maddelerde gösterilen şartlara ve usullere göre bir Gümrük Birliğinin gittikçe gelişen şekilde kurulması öngörülmüştür.

Ankara Anlaşması, Türkiye ile Topluluk arasında  kurulacak bir Gümrük Birliği vasıtasıyla AB Ortak Pazarına kademeli olarak girişi için üç aşamadan geçmesini öngörmektedir. Aşamalar üç dönem halinde aşağıdaki gibidir:


  •  Hazırlık Dönemi   (1964 – 1970)
 Bu dönem Ankara Antlaşmasının yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihinde başlayıp 1973 yılında imzalanan Ek Protokolle sona ermiştir. Bu dönemde Türkiye'nin geçiş ve son dönemde üzerine düşecek olan yükümlülükleri gerçekleştirmesi için  Gümrük Birliği süreci öncesi ekonomik olarak desteklenmiştir. 
  •  Geçiş Dönemi (1973 – 1995)
 1973 yılında imzalanan Katma Protokol ile başlayan dönem karşılıklı ve dengeli yükümlülükler esası üzerinde kurulmuştur. Bu dönem gümrük birliğinin başlangıcı olarak yürürlüğe girmiş ve gümrük vergilerinin kaldırılması hedeflenmiştir. İlk etapta AB, Türk menşeli sanayi malları üzerindeki gümrük vergisini kaldırmış, Türkiye ise AB sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini ise kademeli olarak kaldırılmıştır. AB gümrük vergilerini hemen kaldırması öngörülse de Türkiye açısından kademeli bir süreç benimsenmiştir. Fakat Türkiye-AB ilişkileri, 1970'li yılların başından 1980'lerin ikinci yarısına kadar, siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı istikrarsız bir seyir izlemiştir.

  •  Son Dönem ( 1996 – ...)
1995 İmzalanan 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi* kararı ile  Gümrük Birliği Kararı kabul edilmiş ve 1 Ocak 1996 itibariyle Türkiye, AB sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini kaldırılmıştır. Bu kararla birlikte sürecin son aşaması da sonuçlanmıştır. 1996 yılında Gümrük Birliğine geçilmesiyle AB üye ülkeleri ve Türkiye arasındaki ekonomik ve ticari entegrasyon hayata geçmiş oldu. Bu entegrasyon, Türkiye'nin AB üyesi olmadan AB ile böylesi bir ilişki kuran ilk ülke olması açısından önemli bir gelişmedir.

 1/95 sayılı OKK’nin hükümleri temelinde Gümrük Birliği, Topluluk üye devletleri ile Türkiye arasında ithalatta olduğu gibi ihracatta da gümrük vergileri ve eş etkili vergi ve resimlerin, miktar kısıtlamalarının ve eş etkili başka her türlü tedbirin yasaklanmasını; Türkiye'nin üçüncü ülkelerle ilişkilerinde Topluluğun ortak gümrük tarifesinin kabulünü ve Topluluğun dış ticarete ilişkin temel politikalarına uymayı kapsamaktadır.


3.Gümrük Birliğinin Uygulaması 

  Tanım olarak gümrük birliği; taraf ülkelerin mallarının  gümrük birliği alanı içinde, her şekilde tarife ve eşdeğer vergiden muaf biçimde, serbestçe dolaşabilmeleri ve tarafların, üçüncü ülkelerden gelen ithalata yönelik olarak da ortak tarife oranlarını ve aynı ticaret politikasını uygulamalarını içeren bir ekonomik bütünleşme modelidir. Taraf ülkeler gümrük birliği sayesinde serbest dış ticaret yaparak üretemedikleri yada pahalıya ürettikleri malı daha ucuza birlik içerindeki bir ülkeden alıp yada satabilirler. Üçüncü ülkelere yönelik olarak aynı ticaret politikaları benimsendiğinden, gümrük birliği, diğer bir ekonomik bütünleşme aşaması olan  serbest ticaret alanlarından daha ileri bir ticari entegrasyon modelidir.

 1/95 sayılı OKK, Gümrük Birliğinin tamamlanması ve işleyişine ilişkin olarak başlıca şu konularda hükümler içermektedir:

  •  Malların serbest dolaşımı (taraflar arasında gümrük vergisi ve miktar kısıtlamalarının kaldırılması ve Topluluğun ortak gümrük tarifesine uyum),
  •  Topluluğun teknik mevzuatına uyum,
  •  Topluluğun ortak ticaret politikasına uyum,
  •  Topluluğun tercihli gümrük rejimlerinin üstlenilmesi,
  • Topluluğun ortak tarım politikasına uyum ve tarım ürünleri ticaretinde uygulanacak tercihli rejim,
  • Topluluk Gümrük Koduna uyum ve karşılıklı idari iş birliği,
  • Mevzuat yakınlaştırılması (fikri, sinai ve ticari mülkiyetin korunması; Gümrük Birliğinin rekabet kuralları; ticari korunma araçları; kamu alımları; vergilendirme),
  •  Kurumsal hükümler (Gümrük Birliği Ortak Komitesi; danışma ve karar usulleri; uyuşmazlıkların çözümü; korunma tedbirleri).  

  Görüldüğü üzere Ortaklık Konseyi Kararı gümrük birliğinin sorunsuz bir şeklide gerçekleştirilmesi için gerekli şekilde düzenlemiştir. Topluluk üye devletleri ile Türkiye arasında ithalatta olduğu gibi ihracatta da gümrük vergileri ve resimleri, miktar kısıtlamalarını ve başka her türlü tedbirin yasaklanmasını ön görmektedir. Bunun yanında Türkiye'nin gümrük dışı üçüncü ülkelerle ilişkilerinde Topluluğunun ortak gümrük tarifesinin kabulü ve uyumunu kapsamaktadır.

 Gümrük Birliğinin kurulma sürecinin tamamlanmasıyla birlikte Türkiye üçüncü ülkelere karşı Topluluğun Ortak Gümrük Tarifesini (OGT) uygulamaya başlamıştır. Bu durumun tek istisnası 1996-2000 yılları arasında otomobiller, ayakkabılar, deriden mamul ürünler ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı OGT hadlerinden daha yüksek gümrük
vergilerinin uygulanması olmuştur. 2001 yılından itibaren tüm sanayi malları için OGT uygulanmaya başlanmış ve sanayi ürünleri itibarıyla üçüncü ülkeler için Gümrük Birliği öncesinde %16 seviyesinde olan ortalama koruma oranı, 2011 yılı İthalat Rejimi kapsamında %4,2 seviyesine gerilemiştir.

 Türkiye AB'nin Ortak Ticaret Politikasını üstlenme yükümlülüğü bulunmakta olup, üçüncü ülkelere yönelik olarak AB'nin tercihli ticaret sistemi üstlenilmektedir. Bu kapsamda, Türkiye, gerek uluslararası ticaretteki Serbest Ticaret Antlaşmaları ağları oluşturma eğilimine paralel olarak gerekse Gümrük Birliği çerçevesinde AB'nin Serbest Ticaret Anlaşmaları* akdettiği ülkelerle karşılıklı yarar esasına dayalı benzer anlaşmalar imzalamaktadır.. STA’lar, komşu ve çevre ülkelerle dış ticaretimizin geliştirilmesi; ihracatçılarımızın dış pazarlarda, başta AB ülkeleri olmak üzere rakipleri ile eşit şartlarda rekabet edebilmesini, karşılıklı yatırımların ve müşterek teşebbüslerle Türkiye'nin uluslararası rekabet gücünün artırılması bakımından önem taşımaktadır.

  Türkiye şuana kadar 18 STA imzalamış olup (EFTA*, İsrail, Makedonya, Bosna ve Hersek, Filistin, Tunus, Fas, Mısır, Arnavutluk, Gürcistan, Karadağ, Sırbistan, Şili, Ürdün, Malezya, Moritanya, Güney Kore, Malezya ve Moldova) bu antlaşmalar halihazırda yürürlüktedir. Öte yandan, Lübnan, Kosova, Faroe Adaları ve Singapur STA’ları iç onay süreçlerinin tamamlanmasının ardından yürürlüğe girecektir. Gana STA’sının ise yakın zamanda imzalanması hedeflenmektedir. İlaveten, Türkiye ile Güney Kore arasındaki STA kapsamında 26 Şubat 2015 tarihinde imzalanan “Yatırım Anlaşması” ve “Hizmet Ticareti Anlaşması”nın iç onay süreçlerinin tamamlanmasını ardından yürürlüğe girmeleri öngörülmektedir.


Tablo Kaynak: Ekonomi Bakanlığı

 18 STA ortağımız ile ticaretimiz 2016 yılının Ekim ayı itibarıyla ihracatımızın %14,1’ini, ithalatımızın ise %9,4’ünü teşkil etmektedir.



4. Gümrük Birliğinin Faydaları 

  Ülkelerin gümrük birliği oluşturma çabalarının en temel amacı serbest dış ticareti gümrük birliği içerinde gerçekleştirerek ekonomik refahı artırmaktır. Ülkeleri uluslararası ticarete iten temel neden  şunlardır; bir mal kıtlık nedeniyle ya o ülkede mevcut değildir - petrol, doğal gaz veya tarım ürünleri- ya da o ülke bir malı diğer ülkeye göre daha yüksek maliyetle üretiyordur.  Ülkeler bu sebeplerden dolayı malı ithal veya ihraç ederken malı fiyatı dışında bir de ülkelerin uyguladıkları gümrük vergilerini ödemektedirler  buda maliyetleri artırmaktadır. Ülkeler gümrük birliği kurarak malların serbest dolaşımını sağlayarak bir yandan dış ticaret hacimlerini artırmakta bir yandan da istediği malı ucuza almaktadır.

  Türkiye'nin yukarıda bahsettiğimiz Gümrük Birliğine katılmasının hem olumlu hemde olumsuz sonuçları olmuştur. GB'nin yarattığı serbesti sonrası Türkiye’ye yabancı yatırımcı yönelmiş, Türk firmalarının AB firmalarıyla rekabet etmeye başlamasıyla ekonomik etkinlik artmış, birlik pazarıyla olan ticaret hacmi yükselmeye başlamıştır. Ülkemizin AB’ye uygun şekilde oluşturduğu teknik mevzuat altyapısı, AB'nin fikri mülkiyet ve rekabet kurallarını benimsemesi, ülkemizin uluslararası pazarlarda rekabet gücünü yükseltmiş, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle entegrasyonunu artırmıştır.

 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasındaki ithalat ve ihracat verilerini gösteren aşağıdaki tabloya göre dış ticaret hacmi 2008 Küresel Krizine kadar artma eğilimi göstermiştir. Kriz dönemi sonrası dış ticaret hacmi toparlama gösterse de son yıllarda AB ile yaşanan siyasi sorunlar dış ticaret hacmini olumsuz etkilemektedir.



Grafik Kaynak: Doğruluk Payı

Türkiye  2016 yılı itibariyle AB'nin en fazla ihracat yaptığı 4. en fazla ithalat yaptığı 5. ülke konumundadır. Türkiye toplam ihracatının %48’ini, ithalatının ise %39’unu AB ülkelerine yapmaktadır.  Görüldüğü üzere Gümrük Birliğinin sağlanmasıyla birliğin ticaret yaratıcı etkisi Türkiye'nin lehine olmuştur.  Türkiye'nin AB ile karşılıklı ticareti yıllık 140 milyar avroyu bulmaktadır. Öte yandan Türkiye'ye gel doğrudan yabancı yatırımların yaklışık 3'te 1'i AB ülkeleri tarafından olmaktadır.


5. Gümrük Birliğinin Güncellenmesi Meselesi

  Gümrük Birliği genel olarak sorunsuz bir şekilde işlemektedir. Ancak Türkiye'nin bazı sorunlarla karşılaştığı söylenebilir.  Bu sorunları temel olarak, AB'nin serbest ticaret anlaşması (STA) imzaladığı bazı ülkelerin, AB üzerinden pazara girme avantajının da etkisiyle ülkemizle benzer bir anlaşma imzalamada isteksiz kalmasıyla oluşan ticaret sapması ve haksız rekabet riski, Gümrük Birliği'ni ilgilendiren alanlarda AB'nin karar alma mekanizmalarına yeterli düzeyde dahil olunamaması ve bazı üye ülkelerce ülkemizde kayıtlı ticari araçlara uygulanan karayolu kotaları ile iş adamlarımızla kamyon şoförlerimize uygulanan vizelerin oluşturduğu teknik engeller olarak sıralamak mümkündür. 
 AB ve Dünya Bankası 2014 yılında hazırladıkları bir raporda Gümrük Birliğinin ülkemizde ve dünya ticaretinde yaşanan ekonomik gelişmeler ve değişimler uygun olarak güncellenmesinin her iki tarafın faydasına olacağı yönde sonuç çıkmıştır. Bu doğrultuda 29 Kasım 2015 tarihinde Türkiye AB arasında yapılan zirvede alınan kararlarda Gümrük Birliğinin güncellenmesine de yer verilmiştir.

 Zirve sonuç bildirisinin 10. maddesinde "Gümrük Birliğinin güncellenmesine ilişkin hazırlık çalışmalarının tamamlamasının ardından 2016 yılı sonlarına doğru resmi müzakereler başlatılabilecektir" ifadesi yer almış olsada son dönemde yaşanan siyasi tartışmalar Gümrük Birliğinin güncellenmesini zora sokmaktadır.


6.Sonuç

Türkiye-AB ilişkileri oldukça uzun bir ilişkiye sahiptir. Türkiye 1959 yılında AET'ye üyelik için başvurmuş fakat imzalanan Ankara Antlaşmasıyla tam üyeliğe götüren bir ortaklık ilişkisi kurulmuştur. AB ile olan ilişkiler genel olarak istikrarsız ve çalkantılı bir seyir izlemiştir. 1996 yılında Gümrük Birliğe geçilmesiyle tam üyeliğe giden yolda önemli bir adım atılsa da Türkiye ile tam üyelik müzakereleri  2005 yılında Brüksel Zirvesinden sonra başlamıştır. Şuana kadar 13 fasıl müzakeresi hala devam etmektedir. Türkiye her ne kadar Gümrük Birliği içerisinde yer alarak malların serbest dolaşım hakkını elde etmiş olsada hala vizesiz Avrupa gerçekleşmemiştir.

 AB diğer üye ülkelerle gerçekleştirdiği müzakerelere karşın Türkiye ile müzakereleri daha sancılı geçmektedir. AB Türkiye'yi hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler, siyasi baskılar gibi durumlardan dolayı ciddi şekilde eleştirmekte özellikle Kıbrıs meselesi ve güneydoğu bölgelerinde yaşanan olayların biran önce çözümlenmesini beklemektedir. Türkiye ise AB çifte standart uygulamakla eleştirmektedir. Sonuç itibariyle günümüzde AB üyeliği hala ciddi bir mesele olarak ortada durmaktadır.



Dip Notlar:


Avrupa Ekonomik Topluluğu:  25 Mart 1957’de Roma Antlaşmasının  imzalayan Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından kurulan örgüttür. 1 Ocak
1958’de yürürlüğe girmiştir. Örgüt bugünde AB'nin temellerini oluşturan Avrupa Topluluklarından en önemlisidir.

 Ortaklık Konseyi: Ankara Antlaşmasıyla kurulan ve Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakere sürecini yürüten temel organdır. Türkiye ve Birlik tarafından seçilen üyelerle üyelik süreciyle ilgili bağlayıcı karar almaktadır.

Serbest Ticaret Anlaşmaları: Serbest Ticaret Bölgeleri Gümrük Birliklerine göre daha dar kapsamlı bir entegrasyon modelidir. Antlaşmaya taraf ülkeler kendi aralarında tarifeleri ve gümrük vergilerini kaldırırken üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanması söz konusu değildir.

EFTA: Avrupa Serbest Ticaret Birliği, 3 Mayıs 1960 yılında Avrupa Birliği'ne bir alternatif olarak kurulmuş, günümüzde 4 Avrupa ülkesinin üye olduğu bir uluslararası ticaret örgütüdür. Kurucular dahil üyelerinin çoğu EFTA'dan ayrılarak AB'ye girmiştir.

Kaynakça:

  1. http://ec.europa.eu/eurostat/data/statistics-a-z/abc
  2. http://ec.europa.eu/eurostat/documents/2995521/8227163/6-15092017-CP-EN.pdf/77403bcb-2e49-4aae-baad-4a4ac38940fb
  3. AB Bakanlığı İnternet Sayfası
  4. Ekonomi Bakanlığı İnternet Sayfası
  5. http://www.dogrulukpayi.com/
  6. Dış İşleri Bakanlığı İnternet Sayfası
  7. TÜİK
  8. Ankara Antlaşması (1963)
  9. Kamuran Reçber, Türkiye - Avrupa Birliği İlişkileri, (Genişletilmiş 3. Baskı) Alfa Aktüel Yayınevi, Bursa, 2009
  10. Kamuran Reçber, Avrupa Birliği Kurumlar Hukuku ve Temel Metinleri, Alfa Aktüel Yayınevi, Bursa, 2010, 

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Finansal Türevler ve Risk Yönetimi

 Finansal piyasalar temelde fon açığı bulanan ile fon fazlası bulanan aktörlerin karşı karşıya geldiği ve fon transferinin gerçekleştiği piyasalardır. Finansal piyasalar reel ekonomi için gerekli olan fonları bir araya toplayarak yatırıma dönüşmesini sağlamaktadır. Bu yönüyle finansal piyasaların, ekonomik büyüme ve kalkınma için gelişmesi son derece  önemlidir.

  1970'li yıllardan itibaren artmaya başlayan liberalizasyonla birlikte ulusal ve uluslararası piyasalarda radikal gelişmelere gözlenmiştir. Ekonomilerdeki liberalizasyon süreci ile birlikte başlayan bu değişim, deregülasyon, menkul kıymetleştirme, piyasalar arası entegrasyon ve bunların sonucu olarak küreselleşme süreci ile birlikte dünya ekonomilerine yön vermektedir.
Finansal devrim olarak adlandırılabilecek olan bu süreç, finansal piyasalarda rekabeti, etkinliği ve performansı artırırken, bu piyasalardaki riskte büyük ölçüde artmıştır.

  Finansal piyasalarda yaşanan  gelişmeler sonucu piyasalar derinleşerek gelişmiştir. Bu gelişme ve büyümenin yanında risklerde artmaya başlamış. Artan riskler finansal piyasalarda riskin taraflar arasında eşit bir şekilde dağıtmaya veya minimum seviyelere indirmek üzere yeni türev araçlar ortaya çıkmasını sağlamıştır. Finansal piyasaların çeşitli sınıflamaya tabi tutmak mümkündür. Bu sınıflandırmalardan biri, piyasaların işlem türüne göre spot piyasalar ve vadeli ürünler piyasası (ya da türev piyasalar) olarak tanımlanmasıdır. Spot piyasalarda ödeme ürün teslimatı sırasında yada teslim + 2 iş günü içinde  gerçekleştirilir. Örneğin hisse senedi satın alındığında piyasa bedeli ödenir ve hisse teslim alınır. Vadeli piyasalarda ise teslimat ilerideki bir tarihte ve belirli bir şart altında gerçekleşir. Vadeli piyasalarda teslimin ilerideki bir tarihte gerçekleşecek olması risklerin daha fazla olmasına yol açacaktır. Örneğin ihracatçı bir firma ileri vadeli bir alacağı için kur endişesi yaşayabilmektedir. Çünkü bugünden  ileri bir tarihte  kurun yükselmesinin yanında düşme riski de bulunmaktadır.
 
  Mevcut risklerin minimuma indirmek ve aktörler arasında eşit bir şekilde dağıtılması için spot piyasalarda yer alan ürünlerden türetilerek yeni türev varlıklar  piyasaya çıkmıştır. Türev varlıklar; forward, futures, opsiyon, swap, ve benzeri  araçlar  piyasaların  yarattığı dalgalanmalara karşı ve  spot piyasaların yetersiz kalmasıyla yeni arayışların başlaması sonucu ortaya çıkmışlardır. Bu nedenlerin yanında   finansal  piyasalarda işlem yapanların kendilerini güvence altına almak istemeleri ve piyasalarda istikrar sağlanmasını temin etme arayışları da son derece etkili olmuştur.

  Türev araçlar, finansal piyasaların gelişmişlik düzeyini artırarak ekonomide kaynakların daha etkin  kullanımına katkıda bulunmaktadır. Bunun yanında piyasaların uluslararası piyasalar arasında yer almasını sağlayarak diğer büyük uluslararası piyasalara entegre olmasını sağlamaktadır.

  Türev ürünlerin türetildiği finansal varlıklara dayanak varlık (underlying asset) denilmektedir. Türev ürünlerin performansı dayanak varlığın sözleşme boyunca alacağı değere bağlıdır.  Bu piyasalarda ödemeler sözleşmeye   bağlı olarak ilerideki  bir vadede ve bazı şartlara bağlı olarak gerçekleşir.  Vadeli işlemlerin ( forward, futures, swap )  ortak özelliği, ilerideki bir tarihte teslimatı yapılmak üzere herhangi bir malın veya finansal aracın, bugünden alım satımının yapılmasıdır. Opsiyon sözleşmeleri ise sözleşmede belirlenmiş olan hakkın sözleşme alıcısının isteğine bağlı olarak kullanılmasına olanak tanımaktadır.

Şimdi bu türev araçları daha detaylı görelim.

  • Forward ( Alivre ) Sözleşme:
  Satıcının belli bir ürünü ileri bir tarihte bugünden anlaşılan bir fiyat üzerinden alıcıya teslim etmelerini öngören sözleşmelerdir. Forward sözleşmelerinde satıcı taraf, dayanak varlığı ileri bir tarihte önceden belirlenen şartlarda teslim edecektir. Alıcı ise, vadede ücreti ödeyerek dayanak varlığı satın alacaktır.  Sözleşmenin şartları alıcı ve satıcı tarafından karşılıklı belirlenmektedir. Genellikle tezgah-üstü (organize olmayan) piyasalarda iki finansal kurum ya da bir finansal kurum ile müşterisi arasında işlem gören forward sözleşmelerinde bir karşı taraf riski daima söz konusudur. Taraflardan birinin sözleşmeye uymama riski bulunduğundan bu tarz anlaşmaları genellikle büyük ve kurumsal firmalar yapmaktadır. Bu şekilde riskleri minimize etmeye çalışılsa da teknik olarak  risk daima mevcuttur.
 Forward anlaşmaları teknik olarak futures sözleşmelerine benzese de aralarında önemli farklılıklar vardır.

  • Futures Sözleşme:
 Futures sözleşmeleri mutlaka organize bir piyasada işlem görmesi ve  standart sözleşmeler olarak hazırlanması gerekmektedir. Sözleşmede yer alan tarafların birbirlerini tanımaması ve borsanın her iki tarafın da haklarını koruyacağına dair bir garanti vermesi gibi bir takım temel özellikler bakımından forward sözleşmelerinden ayrıldığını söylemek mümkündür.

   Bilindiği üzere forward sözleşmelerinde taraflardan birinin sözleşmeye uymama riski bulunurken futures sözleşmelerinden kullanılan teminat hesaplarıyla bu risk ortadan kaldırılmıştır. Futures sözleşmelerinde yer alan bu yapısal mekanizma sayesinde mevcut riskler ortadan kaldırılmıştır. Organize piyasalarda alıcı ve satıcının hesapları borsa yönetimi tarafından takip edilmektedir. Borsa yönetimi tarafından başlangıç teminatları belirlenmekte  bu şekilde işlem sırasında sorun çıkması engellenmektedir. Bireysel yatırımcılar futures sözleşmelerinin bu yapısından faydalanarak yatırımlarının karşılığını temerrüte düşmeden alabilmektedirler. Forward sözleşmelerinden ayıran diğer bir fark ise futures da taraflar vadeyi beklemeden sözleşme haklarını kullanabilmektedir. Forward da genelde vade beklenmektedir.

 Bu garantilerin sağlanması noktasında organize piyasalarda yer alan Takas Kurumu'na çok büyük sorumluluk düşmektedir.

Takas Kurumu: Riskin transfer ödemesindeki temel yapı taşlarından biridir. Takas kurumu borsada alıcı karşısında satıcı, satıcı karşısında alıcı konumuna geçerek piyasa katılımcılarının hak ve yükümlülüklerini teminat altına almaktadır. Geçekleşen işlemler sonucu oluşan ödeme ve teslimat yükümlülüklerinin zamanında yapılmasında ve risklerin takibini sağlamakla görevlidir.


  • Swap Sözleşmeleri:
Swap (takas), iki tarafın belirli tarihlerde gerçekleşecek olan nakit akışlarını belirli koşullar çerçevesinde el değiştirmek suretiyle oluşturduğu türev ürünlerdir. Değişime konu olan ödemeler, faiz, anapara veya hem anapara, hem faiz ödemeleri olabilir. Swap işleminde bir para birimi başka bir para birimi ile aynı gün içerisinde değiştirilmektedir. Ancak, bir vadeli işlem çeşidi olan swapta satılan para birimi ileri ki bir günde ters işlemle geri alınmaktadır. Swapta amaç, faiz oranları ile döviz kurlarında gerçekleşen  dalgalanmaların yarattığı riski düşürmektir.  Swap, işletmeler hem risklerini azaltma, hem de gelirlerini arttırma olanağı veren bir yöntemdir

  • Opsiyon Sözleşmeleri:
  Belli bir vadeye kadar veya belli bir vadede opsiyona dayanak varlık oluşturan belli miktardaki bir malı, finansal ürünü veya sermaye piyasası aracını belli bir fiyattan alma ya da satma hakkını belirli bir prim karşılığında opsiyonu alan kişiye veren buna karşın opsiyonu satmaya zorunlu tutan sözleşmelerdir.  Opsiyon sözleşmelerinde alıcının talebi halinde opsiyon satıcısının opsiyona konu olan dayanak varlığı ne kadardan alacağını ya da satacağına belirleyen fiyata uygulama fiyatı denir.

 Opsiyon sözleşmelerinin diğer vadeli işlem sözleşmelerinden ayıran en önemli fark opsiyon sözleşmelerinden  vade sonunda cayma hakkı mevcuttur. Bu anlaşmaların forward ve futures işlemlerinden temel farkı vade geldiğinde alma ya da satma zorunluluğunun olmamasıdır. Cayma hakkının bulunmasından dolayı cayma hakkına sahip olan taraf karşı taraf bu riskten dolayı bir bedel ödemek zorundadır. Opsiyon primi, opsiyon alan tarafın opsiyon satıcısına ödediği fiyattır. Opsiyon alıcısının üzerine anlaşma yapılan ürünü satma ya da satın alma hakkına sahip olması ve hakkı kullanmasının kendi isteğine bağlı olmasından dolayı opsiyonu satan taraf bir risk üstlenmektedir. Bu yüzden opsiyonu satan kişi alan kişiden bir prim talep etmektedir.

Opsiyon sözleşmelerine bir örnek :

Bursa'daki A firması, Alman'yadaki B firmasından 12 Mart itibariyle 100 000 $ tutarında yedek parça ithal etmiştir. Bugün ki spot (cari) kur 1$=2 TL olsa da, A firması ödemeyi yapacağı 12 Haziran tarihine kadar dolar kurunda bir yükselmeden endişe etmektedir. Opsiyon sözleşmesi alım-satımı ile uğraşan bir bankadan bu miktar ve vadeye uygun bir döviz alış sözleşmesi satın almıştır. Sözleşmede;

Uygulama Fiyatı: 1$=2,40 TL
Opsiyon Primi Dolar Başına: 0,10 TL

Olarak belirlenmiştir.

 A firması açısından bu sözleşmeyi değerlendirecek olursak. Firmanın Başa-baş Fiyatı= Uygulama Fiyatı(2,40) + Opsiyon Primi(0,10) = 2,50 TL olacaktır. Vade sonunda yani 12 Haziran tarihindeki kur 1$=2,50 TL olarak gerçekleşirse firma başa-baş fiyatına gelmiş olacaktır. Bu fiyattaki kurda firma piyasada oluşan kur ve opsiyon sözleşmesi arasında kayıtsız kalacaktır. Çünkü bu durumda kar/zarar durumu söz konusu olmayacaktır.

 Diğer taraftan 12 Haziran itibariyle kur 2,50 TL'nin üzerinde bir fiyatta gerçekleşirse firma opsiyon hakkını kullanacaktır. Örneğin 1$=2,70 TL olarak gerçekleşirse;
 Alış Opsiyonu Alıcısının Kar/Zararı = Spot Kur-(Uygulama Fiyatı+Opsiyon Primi)
                                                            = 2,70-(2,40+0,10)=0,20 TL olacaktır.
Bu durumda A firması opsiyon sözleşmesinden 0,20 TL gibi bir kara sahip olacaktı. Beklediği gibi 12 Haziran tarihinde kur yükseldi firma opsiyon sözleşmesiyle kendisi risk karşısında sigortalamış oldu. Eğer tam tersi gerçekleşip kur başa-başın altında kalsaydı bu durumda firma cayma hakkını kulanacaktı.


Sonuç

Küreselleşmeyle birlikte finansal piyasalar her ne kadar büyüyüp gelişse de benzer şekilde risklerde artma eğilimine girmiştir. Özellikle gelişme yolundaki ülkeler ise risklere daha açık bir haldedirler. Bu noktada finansal  piyasalarda işlem yapan firma ve yatırımcılar türev araçları kullanarak etkin bir risk yönetimi sayesinde risklerini minimize etmeleri mümkündür.

Kaynakça

  • Prof. Burak Saltoğlu, Boğaziçi Üniversitesi, Türev Araçlar, Piyasalar ve Risk Yönetimi, Yıl:2016
  • Yalçın Karatepe, Ankara Üniversitesi,  Türev Piyasaları, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını,Yayın No: 587 

6 Ağustos 2017 Pazar

Anayasa Madde 73 

   Bilindiği üzere anayasalar toplumların barış içinde beraberce yaşamalarını sağlayan toplumsal bir sözleşmedir. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir ve toplumların ülke üzerindeki egemenlik haklarını, bireylerin temel haklarını  ve bu hakları hangi koşullar altında kullanılabileceklerini belirleyen temel kanunlardır. Anayasalar devletin yönetme hakkına ve bireylerin temel haklarına meşrutiyet kazandırmaktadır.

   Anayasaların günümüz halini alması ise uzun ve kanlı  tarihsel bir sürecin sonucudur. Anayasacılık olarak nitelendirebileceğimiz  ilk önemli gelişme, ilk anayasal belge olarak kabul gören 1215 Magna Carta Libertatum'dur. İngiltere'de imzalanan bu belge ile kralın yetkilerin ilk kez sınırlandırılmış ve kral bazı yetkilerini kullanırken parlamentonun onayına tabi olmuştur. Bu belgede yer alan en önemli maddelerden biri ve yazımızın konusunu oluşturan kısım vergi ile ilgili olan maddedir.

   Devletlerin egemenlik haklarından kaynaklı olarak halktan çok eski dönemlerden beridir, temelde devletin kendi harcamalarını finanse etmek için vergi toplamışlardır. Özellikle yaşanan büyük savaşların finanse edilmesi için  vergi toplanmıştır. Fakat her dönemde vergi toplamak toplumlarda büyük sorunlara hatta isyanlara sebep olmuştur. Çünkü vergi koyma iradesinin tek bir kişide olması belirli bir süre sonra vergilerin aşırı toplanması ve vergi yükünün katlanamaz hale gelmesine yol açmıştır. Bunun sonucu ortaya çıkan isyanlar o kadar büyük boyutlara ulaşmaktaydı ki iktidarların değişmesine yol açabilmekteydi. Özelikle Osmanlı'da Celali İsyanları ve Patrona Halil İsyanı Avrupa’da Wat Tyler İsyanı, Hampden Hareketi, Poujade Hareketi ve Baş Vergisi İsyanı, Amerika’da
ise Pul vergisi İsyanı ve  Boston Çay Partisi isyanları yöneticilerin topladıkları aşırı vergiler yüzünden ortaya çıkmıştır. Magna Carta Libertatum'un imzalanmasının arka planında da halkın vergi isyanlarının etkisi oldukça yüksektir. Magna Carta'da yer alan madde ile kralın vergi koyma ve toplama yetkisi parlamento onayına tabi kılınmıştır.

   Vergilemenin gelişimi ve çağdaş bir çizgiye kavuşması batılı ülkelerde demokrasi anlayışının doğması ve mutlak siyasal iktidarın vergilendirme gücünün sınırlandırılması yönündeki girişimlerin ortaya çıkması sonucunda olmuştur. Özellikle kraliyet dönemlerinde kralların isteği ve keyfiliği vergi salmada etken olabilirken bu keyfiliğin önüne geçebilecek en önemli kavram halkın
isteğine dayanan vergileme yöntemi olmuştur.  İktidarın vergilendirme gücünün sınırlandırılması parlamentoların yasama yetkilerinin kaynağı olmuştur. Tarihte ilk demokrasi savaşları mutlak iktidarların vergilendirme konusundaki keyfi tutumlarına bir tepki olarak başlamıştır. Halk temsilcilerinden oluşan parlamentolar ilk yetkilerini vergilendirme konusunda almışlardır. Parlamentoların onayı olmaksızın vergi alınamayacağı (temsilsiz vergi olmayacağı)
kuralı, batı demokrasilerinin temel anayasal ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Batıda ilk kez
Magna Carta Libertatum ile parlamentoya vergi koyma yetkisi tanınırken Osmanlı'da ilk adımlar  ise 1839 Tanzimat Fermanında yer almıştır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi vergilemenin gelişimi, demokrasi ve insan haklarının gelişimiyle günümüzde artık anayasaların içerisinde yer alarak yasama gücüne dayalı bir hal almıştır.

  Şimdiye kadar vergilemenin günümüzdeki durumuna nasıl geldiğine kısa bir bakış attık. Asıl konumuza geri dönmek gerekirse. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyetinde hala yürürlükte olan 1982 Anayasasının dördüncü bölümünde "Siyasi Haklar ve Ödevler" başlığı altında yer alan madde 73 vergi ödevini düzenlemektedir. Anayasada yer alan bu madde ile Türkiye Cumhuriyeti devleti vergi koyma ve toplama yetkisini yasal bir zemine oturtarak parlamentoya  yani halkın temsilcilerine bırakmıştır. Bu madde ile hükümetin, parlamentonun onayı olmadan vergi koyması ve toplamasının önü kapatılmıştır. Verginin anayasamızın siyasal haklar bölümünde, bir hak olarak düzenlenmesinin yanı sıra aynı zamanda tüm toplum tarafından yerine getirilmesi gereken bir ödev olarak  kabul edilmiştir. Bundan kaynaklı herkes vergi ödemekle mükelleftir.

 1982 Anayasasında madde 73'e göre;

  •  "Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.
  • Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.
  • Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.
  • Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna verilebilir."
  Maddenin birinci fıkrasında yer alan ifade de "Herkesin kamu giderinin karşılanması için mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür."  Fıkra öncelikle verginin neden topladığını ortaya koymaktadır. Devletin yapmış olduğu tüm kamu harcamaların en önemli finans kaynağı vergilerdir. Örneğin yapılan; cari harcamalar ( memur maaş ödemeleri, kırtasiye ve malzeme alımları ve süreklilik tekrar eden harcamalar ), yatırım harcamaları ( yol, köprü, baraj ve konut inşaatları vb. ) ve transfer harcamaları ( emekli maaşları, öğrenci bursları, yoksullara yapılan ayni ve nakdi ödemeler vb. ) birer kamu harcamasıdır ve devletin bu harcamaları karşılayabilmesi için vergi toplaması gerekmektedir.

  Fıkranın devam kısmında vergileme açısından son derece önemli olan "Vergi Adaleti "kavramına vurgu yapılmaktadır. 1982 Anayasası vergi adaletinin sağlanması noktasında referans aldığı yöntem "Mali Güç ( ödeme gücü)" ilkesidir. Ödeme gücü ilkesine göre bireyler vergi ödevini yerine getirirken mali gücüyle doğru orantılı olarak ödemeyi gerçekleştirirler. Tabi ki mali güç ilkesinin benimsenmesi başlı başına vergi adaletinin sağlanması noktasında yeterli değildir. Bazen yönetenler özellikle seçim zamanlarında -seçim öncesi ve sonrası- artan kamu harcamalarını finanse etmek için vergileri artırabilir yada vergi aflarıyla bazı grupların oylarını toplaya bilmek için vergi borç ve cezalarını ya tamamen silmeye yada taksitlendirmeye gidebilirler.
  Özellikle ülkede uygulanan vergi sisteminde dolaylı vergilerin ağırlıkta olması durumunda yukarıda bahsettiğimiz seçim ekonomileri  vergi adaletini olumsuz etkilemektedir. Genelde uygulanan vergi afları dolaysız vergileri ( kurumlar vergisi vb.) kapsamaktadır. Dolaysız vergilerde mükellef vergi borcunu bazen ödememekte veya erteleye bilmektedir. Dolaylı vergilerde ise  ( KDV, ÖTV ) asıl vergi yükünü taşıyan tüketicilerden vergi peşinen toplandığından herhangi bir af söz konusu olmamaktadır. Bu durum ise vergi adaletini olumsuz etkilemektedir.

  Dolaylı vergilerin ağırlıkta olması vergi adaletini bozmasının yanında bireyleri kayıt dışılığına itmekte ve vergi gayretini düşürmektedir. Örneğin KDV ve ÖTV gibi vergilerin, oranlarının çok yüksek ve çeşitli olması bireylerin fatura ve fiş almama-vermeme alışkanlığı kazanmalarına yol açmaktadır.
 Vergi adaletinin sağlanması toplumsal huzurun oluşmasının yanında kayıt dışılığı azaltacağı için vergi hasılatı da artacaktır.  2016 yılı 458,7 milyar ₺ vergi gelirinin; %55,7 KDV-ÖTV gibi dolaylı vergiler iken kurumlar vergisi sadece %9'u oluşturmaktadır. %21 ise Gelir vergisidir. Görüldüğü üzere dolaylı vergiler toplam vergi hasılatının çok büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum ise vergi adaletinin zayıf olduğu ortaya koymaktadır. Batıda ise dolaylı vergilerin toplam vergi hasılatı içerisindeki payı Türkiye'ye kıyasla düşüktür. 1982 Anayasasında belirtildiği üzere Türkiye sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal devlet olmanın gereklerinde bir tanesi ise, vergide adaletinin sağlamasıdır. KDV ve ÖTV gibi hayatın her alanında yer alan ve nihai vergiyi tüketicinin ödediği dolaylı vergi oranlarında mutlak surette düzenleme yapılmalıdır. Düzenleme yapılmaz ise vatandaş bu duruma tepki verecek yada kayıt dışılığa yönelecektir.

  Bahsettiğimiz bu durum hali hazırda 73'cü maddenini ikinci fıkrasında  devlette bir görev olarak verilmiştir "Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır". Sosyal devlet olmanın gereğini yerine getirmek için, bu fıkra hükümete vergilendirmeyi bir maliye politikası olarak sunmuştur. Hükümet uygulayacağı maliye politikalarıyla vergi yükünün dağılımında adaleti sağlamalıdır.


  Madde 73'ün üçüncü fıkrası ise; "Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır" şeklinde düzenlenmiştir. Bu ifade 1215 Magna Carta Libertatum'dan başlayarak vergi koyma yetkisinin parlamentolara bırakılmasının sonucudur. Türkiye'de ilk defa bir vergi salınması, değiştirilmesi veya kaldırılması  yalnız ve yalnızca toplum adına onlar tarafından seçilmiş milletvekilleri tarafından ve yalnızca kanunla ile gerçekleştirilebilir. Verginin yanında diğer kamu gelirleri olan resim, harç ve benzeri yükümlülüklerde yalnızca kanunla getirilebilir yada tamamen kaldırılabilir.

   Devam eden fıkrada ise; "Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna verilebilir." Bu fıkrada  Bakanlar Kuruluna yani hükümette kanunla konan bir verginin oranın yine kanunla belirlenen oranlar arasında uygulamasına imkan sağlamaktadır. Örnek vermek gerekirse 1984 yılında kabul edilen 3065 Sayılı Katma Değer Vergisi Kanuna göre; "Katma değer vergisi oranı, vergiye tabi her bir işlem için % 10'dur. Bakanlar Kurulu bu oranı, dört katına kadar artırmaya, % 1 'e kadar indirmeye yetkilidir." Şeklinde düzenlenmiştir. Kanunda KDV oranı %10 olarak belirlenmiş iken Bakanlar Kurulu bunu %1'e kadar indirebilir yada %40'a kadar çıkartabilir. Fakat hiç bir şekilde Bakanlar Kurula vergi koyma ve kaldırma yetkisi anayasada tanınmamıştır. 

  Bakanlar Kurulu Anayasa ve ilgili kanunlara  bağlı kalarak muafiyet, istisna ve indirimleri düzenleyebilmektedir. Vergi adaletinin sağlanması noktasında muafiyet ve istisnalarda kullanılabilmektedir. Örneğin hükümet engelli vatandaşlara bazı muafiyet ve istisnalar tanıyarak onları KDV ve ÖTV gibi bazı vergilerin mükellefiyeti dışında bırakarak sosyal adaleti sağlayabilmektedir. 

Sonuç

 Çok eski çağlardan beridir vergi toplanmaktadır. Her dönemde farklı amaçlarla vergi ve vergi benzeri gelirle toplansa da temel amaç devlet harcamalarını finanse etmek olmuştur. Geçmişte daha çok savaşları finanse etmek amacıyla vergiler toplansa da günümüzde çoğunlukla devletinin günlük harcamalarının yapılması ve kamu hizmetinin yerine getirilmesi amacı vardır. Demokrasilerin henüz gelişmediği ülkeler de vergi koyma ve toplama yetkisi iktidarların elindeydi. Fakat iktidarların daha fazla vergi toplaması ve bitmek bilmeyen savaşların devam etmesi halkı vergiye karşı isyan etmesine neden olmuştur. Ortaya çıkan bu tepkiler  vergi koymanın ve toplamının  parlamentolara yani halkın onayına geçmesi yol açmıştır. Günümüzde bu mesele artık büyük oranda  çözümlenmiş olsa da vergi adaletinin sağlanamaması halen sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Tabi bunun çözümlenememesinin önündeki  en büyük engeller vergi adaletinin herkes tarafından farklı yorumlanması ve yöneticilerin cesur olmamalarıdır. Günümüzde artık devletlerin, sosyal devlet olmaları vergi adaletinin sağlanması noktasında daha fazla çaba sarf etmelerini gerekli kılmaktadır.


Kaynakça
  • 1982 Anayasası
  • 3065 Sayılı KDV Kanunu
  • ANADOLU HALK TÜRKÜLERİNDE VERGİ İSYANI, Selçuk İPEK, 2010 Ekin Yayınevi 

16 Temmuz 2017 Pazar

Finansal  Piyasaların Fonksiyonları ve Asimetrik Enformasyon 

  Finansal piyasalar (financial markets): Genel anlamda uzun vadeli veya kısa vadeli fon talep edenler ile fon arz edenlerin karşı karşıya geldiği ve fon transferinin gerçekleştiği piyasalardır.
Bireyler harcanabilir gelirleri; tüketime harcadığı gelirleri ile tüketmeyip tasarruf olarak sakladığı gelirlerinin toplamıdır. Bireyler tüketmekten vazgeçip tasarruf ederek  oluşturdukları fonları finansal piyasalarda ya doğrudan yada dolaylı yollarla  faiz karşılığında fon açığı olan yatırımcılara belli bir faiz karşılığında borç verirler. Burada tasarrufu gerçekleştiren birey fon arz ( fon fazlası olan ) eden konumunda iken bu fona ihtiyacı olan aktör ise fon talep ( fon açığı olan ) edendir. Finansal piyasalar bu şeklide arz ve talebi karşı karşıya getirerek ekonomik refahın ve yatırımların artmasına bu bağlamda da  ekonomik büyümenin gerçekleşmesini desteklemektedir.

   Finansal piyasaların gelişmişliği ve istikrarlı bir şekilde işlemesi ile ekonomik gelişme ve verimlilikle arasında oldukça yüksek pozitif ilişki bulunmaktadır. Bir ekonomide büyümenin artması için ekonomik aktörlerin ( hane halkları vb...) yapmış oldukları tasarruflar yatırımlara kanalize olması gerekmektedir. Finansal piyasalar ufak miktarlarda ve dağınık halde olan tasarrufların bir araya getirerek fon açığı olanlara kredi olarak sunmaktadır. Bu şeklide yatırımcı ( firmalar, girişimci vb...) fon ulaşarak yatırımı gerçekleştirebilir.  Yukarıda bahsettiğimiz durum finansal piyasaların en temel ve en önemli fonksiyonlarından biridir. Finansal piyasalar sadece üretime yönelik fonları sağlamaz aynı zamanda pek çok kişi ev, araba, ihtiyaç kredisi vb. harcamalarını gerçekleştirebilmek için finansal piyasalardan fon sağlayabilirler.

  Finansal piyasalar, sadece fon arz edenlerle fon talep edenlerden oluşamamaktadır. Finansal piyasalarda, fon arz edenler ve fon talep edenler dışında fon akımlarına aracılık eden kurumlar            (bankalar), fon akımını sağlayan finansal varlıklar, piyasaların adil, şeffaf ve güven ortamı (yani asimetrik enformasyon ve ahlaki tehlikenin olmadığı) içinde çalışmasını sağlayacak hukuki ve idari düzenlemelerden oluşan bir sistem olarak düşünmek gerekir.

 Yukarıda bahsettiğimiz gibi finansal piyasalarda pek çok aktör bulunmaktadır ve finansal piyasalar doğru bir şekilde işlemezse verilen krediler geri dönmeyebilir ve buda ekonomik istikrarı olumsuz etkileyecektir. Finansal piyasaların etkin olması gerekmektedir. Finansal piyasaların etkinliği; Çok sayıda alıcı ve satıcının olduğu ve bu alıcı ve satıcıların tek başlarına piyasayı etkileyecek bir paya sahip olmadığı piyasalar etkin piyasalardır. Etkin piyasalarda finansal varlıkların fiyatlarının, piyasaya ulaşan tüm bilgileri yansıttığı ve bu bilginin tüm aktörler tarafından bildiği varsayılan piyasadır. Bilgiler piyasa hızlı bir şekilde gelir ve herkes tarafından bilinir. Piyasaya gelen doğru bilgi fiyatlara anında yansır. Etkin piyasalarda anormal gelir ve gider elde etmek mümkün değildir.

 Finansal piyasaların etkinliğinin sağlanması noktasında finansal piyasalarda aracı kurumlardan olan bankalara ve denetleyici kurumlara çok büyük sorumluluk düşmektedir. Özellikle finansal piyasalarda yaşanan eksik bilgi ters seçim ve ahlaki tehlike problemleri finansal piyasaların etkin bir şeklide çalışmasını etkilemektedir. Finansal kurumlar fon arz edenler ile fon talebe edenlerin karşı karşı karşıya getirmeden fonların yatırıma dönüşmesini sağlamaktadır. Bu şekilde tasarrufların yatırma dönüşmesine dolaylı finansman yöntemi denilmektedir. Finansal kurumlar özellikle bankalar aracılık faaliyetini yürüterek finansal piyasalarda ortaya çıkması muhtemel olan iki maliyeti ortadan kaldırmaya yardımcı olmaktadır.

  Bahsettiğimiz maliyetlerden birincisi şudur; Eğer bankalar fonları toplamaz ise borç vermek isteyenlerin borç almak isteyenlere ulaşması zaman alacak ve daha fazla para harcanmasına yol açacaktır buda  işlem maliyetlerinin artmasına sebep olacaktır. Finansal kurumlar bu konularda uzmanlaşmış olduklarından fon transferleri daha kısa sürede ve daha düşük maliyetlerle gerçekleşecektir.

 Bir diğer maliyet ise eksik bilgilenme (asimetrik enformasyon) maliyetidir. Finansal piyasalarda tarafların aynı bilgi düzeyine sahip olmaları pek mümkün değildir. Taraflardan birinin eksik bilgiye sahip olması asimetrik bilgi sorununu ortaya çıkarmaktadır. Kredi verenin eksik bilgiye sahip olması iki önemli soruna neden olacaktır bunlar  ters seçim (advers selection) ve kötü niyet (moral hazard yada ahlaki tehlike) olarak ifade edilir. 

 Ters seçim sorunu, kredi öncesi kredi verenin eksik bilgilenmesinden kaynaklanmaktadır. Ters seçim sonucunda fonlar; riski yüksek, getirisi düşük yatırımların finanse edilmesinde kullanılacaktır. Ters seçim ihtimali nedeniyle kredi riski düşük, getirisi yüksek yatırımların finanse edilememesi gibi bir durum ortaya çıkabilmektedir. Genelde riskli yatırımcı kredi alma noktasında daha heveslidir ve  bu durum yatırımların riskli alanlara yönelmesine yol açabilmektedir. Ahlaki tehlike ya da kötü niyet sorunu; kredi sözleşmesi yapıldıktan sonra kredi kullanan tarafın krediyi geri ödeme olasılığını azaltan davranışlarda bulunmasından kaynaklanmaktadır. Kredi alan taraf bir bakıma ahde vefa ilkesine uygun davranmamakta ve sözleşmeden doğan yükümlülükleri yerine getirmemektedir.  Kredi veren ya da fon arz eden tarafın, fonların nasıl kullanıldığı konusunda tam olarak bilgiye sahip olmaması ahlaki tehlike sorununa neden olmaktadır.

 Finansal aracı kurumlar, bilgi asimetrisinden doğan ters seçim ve kötü niyet sorunlarının azaltılmasında, finansal piyasaların etkinliğinin artırılmasında önemli görevler üstlenmektedir. Küçük tasarruf sahiplerinin tek başlarına üstlenemeyeceği işlem maliyetlerini, bilgi asimetrisinden kaynaklanan ters seçim ve ahlaki tehlike risklerinin azaltması nedeniyle aracı kurumları tercih etmeleri durumunda daha yüksek getiri elde etmeleri söz konusu olmaktadır.

 Ticari bankalar mevduat toplama ve kredi yaratmanın yanında müşteriler hakkında bilgi toplayarak riskli yatırımcıyı tespit etmekte ve bu şeklide oluşturulan müşteri portföyleri sayesinde asimetrik bilgiden kaynaklı maliyetleri minimuma indirmeye çalışmaktadır.
Bankalar işlem maliyeti, bilgilenme maliyeti, portföy yönetimi, pazar araştırması, finansal analiz ve yatırım analizi gibi faaliyetleri  fon arz ve talep eden adına üstlendikleri için  önemli maliyet tasarrufu sağlamaktadır.

Yaşanan asimetrik bilgi sorunu, piyasa yetersizliğine ve başarısızlığına yol açmaktadır. Bankaların yanında diğer finansal kurumlardan olan düzenleyici ve denetleyici kurumlarda bu olumsuzluklarla mücadele etmektedir. Özellikle günümüzde finansal piyasaların büyüyüp ve derinleşmesi bilgi asimetrisinin daha fazla yaşanmasına yol açmaktadır. Bilgi asimetrisinin olması piyasalardaki adaleti ortadan kaldırmaktadır. Finansal piyasalarda asimetrik bilgi; piyasaların, kurumların ve araçların çok karmaşık hale gelmesi nedeniyle çok yüksek düzeyde bulunmaktadır. Özellikle büyük ve profesyonel yatırımcılar daha fazla bilgiye sahip iken küçük yatırımcı daha fazla dezavantaja sahiptir. Durum böyle olunca yatırımcı yatırım yapmaktan kaçınmaya başlamaktadır bunun sonucu olarak piyasada işlem sayısı azalmakta, fonlar yatırıma dönüşmemekte ve finansal piyasalar başarısız olmaktadır.  Bu çerçevede düzenleyici kuruluşların bu bilgi asimetrilerinden kaynaklanan dezavantajları telafi edecek düzenlemeleri yapması gerekmektedir.

Düzenleyici kuruluşların denetim yapmadığı durumda, finansal kurumlar  kısa vadede kendi karlarını artırmak pahasına yatırımcıların aleyhine hareket edebilirler. Burada finansal kurumları bunu yapmaya iten asıl sebep rekabettir. Bu durum ise ters seçime yol açabilir. Finansal kurumlar daha fazla kredi yaratmak için riski yüksek yatırımcılara kredi açabilmektedir. Açılan bu krediler ise piyasaların başarısız olmasına yol açabilir.  Bankaların sorunlu kredilerin artması finansal piyasalar için krizin öncü göstergeleri olabilir. Bu noktada bankaların yaşamış olduğu bu rekabet düzenleyici kurumlar tarafından denetlenmelidir.

  Diğer yandan devletin finansal piyasalara sağladığı bazı güvenceler ve merkez bankasının sağladığı likidite olanakları ahlaki tehlike sorununa yol açabilmektedir. Finansal kurumlar ve yatırımcılar devletin güvencesinden dolayı daha riskli hareket etmektedirler. Mevduat sahipleri mevduat güvencesi nedeniyle fazla araştırma yapmadan mevduatlarını riskli bankalara yatırabilirler.

Sonuç

 Finansal piyasaların varlığı, gelişmesi ve derinleşmesi genel ekonomi açısından son derece önemlidir. Finansal piyasaların üstlenmiş olduğu fonksiyonlar doğru bir şekilde işlemezse ekonomik krizlerin yaşanmasına yol açabilir. Bu noktada finansal piyasaların etkin olması gerekmektedir. Finansal piyasalarda yer alan kurumların etkinliğin sağlanması noktasında çok fazla role sahiptir. Özellikle asimetrik bilgi sorunun günümüzde küreselleşmeyle daha büyük bir sorun haline gelmiştir. Küreselleşmeyle birlikte finansal piyasalar bir birlerine daha entegre hale gelmiş, herhangi bir piyasada yaşanan kriz bulaşma etkisiyle diğer finansal piyasalara yayılması kuvvetli ve muhtemeldir. Örneğin 2008 yılında bankacılık sektöründe yaşanan kriz küreselleşmeyle birlikte tüm piyasalara yayılmış ve kriz daha da büyümüştür. Bu noktada finansal kurumlar ve devlet finansal piyasaların daha etkin çalışması için yoğun çaba harcamalıdırlar.


KAYNAKÇA


  • Sakarya İktisat Dergisi, Yıl:2012, sf:46-63
  • Mahfi EĞİLMEZ, Kendime Yazılar
  • Finansal Piyasalar ve Kurumlar,Yıl:2011,  Bilim Teknik Yayınevi